Barışın Güvencesi, Sanat
Bizi yaratan doğa, insan eden de sanattır.
Böyle der, SCHILLER: Derim ki, bunun nedeni sanatın içimizde yaratıcı güç olan sevgi’yi uyandırması,onu güçlendirmesidir. Sevgi insanın yaratılış “neden”i olduğu kadar, aynı zamanda onun var oluşunun “niçin”ini de kapsayan bir kavramdır. Bu kavramın deyimlediği olgu yıkma ve yok etme değil, sürekli var etme ve yaratma eylemidir.
Sanat da insan tarafından ve insan için meydana getirilmekle aynı işleve sahiptir.
Önce, bilinmesi gerekin şudur ki, sanat “estetik” yada “güzel” dediğimiz içimizdeki yüksek bir değerin, başkalarınca algılanmak üzere söz, renk, biçim ve hareket olayı ile nesnelleştirilmesidir.
“Güzel” dediğimiz değer de, “ahlâk” ve “hakikat” gibi duygu ile yaşanır, bir yaşantı olarak ortaya çıkar ve ancak böylece kavranır. Sanatsal yaşam ve yaşantı “güzel”e ilişkin bir duygu ve duyumsamadır.
Gerçi estetik değerin algılanmasında, diğer değerlerin algılanmasından farklı olarak, bir haz ve hoşlanma duyumsaması da vardır. Ancak bu duygu, bedensel ve ruhsal alandan gelen ve hayvanlarda da bulunan bir keyiflenme, aşağı bir duyumsama değildir.
Eğer böyle olsaydı, duygularımızı yoğun bir biçimde etkileyen, bizi coşturan her nesne ve her tutum sanat ve sanatsal olmaya hak kazanırdı. Estetik duygu, her insanın derin ruhsal tabakasında yer ala, zevk dediğimiz yüksek ve ortak bir duygudur.
Bu duygu konunun bizde uyandırdığı duygulardan olsaydı, yurt sever kişi sadece tarihsel öykü ve oyunlara, savaş ve zafer(utku) sahnelerine; ahlâka önem veren kişi de yalnızca moral tasvirlere(betimlemelere) hayranlık duyup bayılacaktı. Sanatsal yaşam ve yaratmada konunun uyandırdığı dinî, ahlâki ve milliyetçi yükseklik, sanatın yüksekliği ile ilgili değildir.
Sanatın işlediği ve gösterdiği konu çirkin ve korkunç dahi olsa estetik değerin yaşanması, her zaman konudan bağımsız yüksek ve soylu bir duygudur.
Sanat tarafından taklit edilince gözlerin hoşuna gitmeyen ne iğrenç yılan, ne de iğrenç canavar vardır(Boileau).
Nedir ki, yapıtın estetik değeri, konunun insan ruhunda uyandıracağı nefret, tiksinti ve düşmanlık duygularını bastıracak yükseklikte ve ağırlıkta olsun.
İnsan hem duyusal ve hem de tinsel(manevî) bir varlıktır. İnsanın bu iki yanı arasında, yapısal ayrılıklarından ötürü bir gerilim vardır. İnsanın bu duyusal(etten oluşan) aşağı yanı ile tinsel (manevî) yüksek yanı arasındaki bu savaş, onun doğasında temellenmiş genel insanî bir olgudur.
İşte bu noktada sanat, onun yansıttığı estetik değer, insan ruhunda bir uyum sağlar. Güzel olan, duyusal olanla tinsel(manevî) olanın iç içe geçmesidir; o, etle tin’in bir karışımını deyimler. Sanat böylece insan ruhunu her türlü gerilimden kurtarır. O, ruhun dingilliği, her türlü tutkunluğun, kısacası bedenin aşılmasıdır.
Sanatın verdiği bu uyumla biz, ruhun derinliğini algılar, onun yazgısını, içindeki tutku canavarına karşı ahlâki güçlerinin sahneye çıkışını görürüz; böylece deiç dünyamız zenginleşir ve bir yükselme, güçlükler ve kaygılarla bulanık günlük yaşamımızın gerçekliğini aşma cesaretini duyumsarız..
Asıl anlamda sanat,geçici bir oyun, bir eğlence değildir; o, son derece ciddi bir iştir. Bu iş insana bir anlık özgürlük rüyasını tattırmak değil, onu gerçekten ve fiilen özgür kılmaktır.
Kazandığı bu özgürlükledir ki birey, bir insan kimliğini kazanır; çünkü inanı insan yapan yüksek değerler ancak özgürlükle yaşanıp gerçekleştirilebilir.
Böylece iç dünyası aydınlanıp bir düzene, bir kozmosa kavuşan, insan kimliğini kazanan bireyin, dış dünyaya da bir kargaşa, bir kaos değil, bir barış getireceği açıktır. Bundan böyle insanlar arası barış bir baskı ve zorlamanın değil,sevginin, ahlâki yüceliğin bir temsilcisi olmak niteliğini kazanacaktır.
Böyle der, SCHILLER: Derim ki, bunun nedeni sanatın içimizde yaratıcı güç olan sevgi’yi uyandırması,onu güçlendirmesidir. Sevgi insanın yaratılış “neden”i olduğu kadar, aynı zamanda onun var oluşunun “niçin”ini de kapsayan bir kavramdır. Bu kavramın deyimlediği olgu yıkma ve yok etme değil, sürekli var etme ve yaratma eylemidir.
Sanat da insan tarafından ve insan için meydana getirilmekle aynı işleve sahiptir.
Önce, bilinmesi gerekin şudur ki, sanat “estetik” yada “güzel” dediğimiz içimizdeki yüksek bir değerin, başkalarınca algılanmak üzere söz, renk, biçim ve hareket olayı ile nesnelleştirilmesidir.
“Güzel” dediğimiz değer de, “ahlâk” ve “hakikat” gibi duygu ile yaşanır, bir yaşantı olarak ortaya çıkar ve ancak böylece kavranır. Sanatsal yaşam ve yaşantı “güzel”e ilişkin bir duygu ve duyumsamadır.
Gerçi estetik değerin algılanmasında, diğer değerlerin algılanmasından farklı olarak, bir haz ve hoşlanma duyumsaması da vardır. Ancak bu duygu, bedensel ve ruhsal alandan gelen ve hayvanlarda da bulunan bir keyiflenme, aşağı bir duyumsama değildir.
Eğer böyle olsaydı, duygularımızı yoğun bir biçimde etkileyen, bizi coşturan her nesne ve her tutum sanat ve sanatsal olmaya hak kazanırdı. Estetik duygu, her insanın derin ruhsal tabakasında yer ala, zevk dediğimiz yüksek ve ortak bir duygudur.
Bu duygu konunun bizde uyandırdığı duygulardan olsaydı, yurt sever kişi sadece tarihsel öykü ve oyunlara, savaş ve zafer(utku) sahnelerine; ahlâka önem veren kişi de yalnızca moral tasvirlere(betimlemelere) hayranlık duyup bayılacaktı. Sanatsal yaşam ve yaratmada konunun uyandırdığı dinî, ahlâki ve milliyetçi yükseklik, sanatın yüksekliği ile ilgili değildir.
Sanatın işlediği ve gösterdiği konu çirkin ve korkunç dahi olsa estetik değerin yaşanması, her zaman konudan bağımsız yüksek ve soylu bir duygudur.
Sanat tarafından taklit edilince gözlerin hoşuna gitmeyen ne iğrenç yılan, ne de iğrenç canavar vardır(Boileau).
Nedir ki, yapıtın estetik değeri, konunun insan ruhunda uyandıracağı nefret, tiksinti ve düşmanlık duygularını bastıracak yükseklikte ve ağırlıkta olsun.
İnsan hem duyusal ve hem de tinsel(manevî) bir varlıktır. İnsanın bu iki yanı arasında, yapısal ayrılıklarından ötürü bir gerilim vardır. İnsanın bu duyusal(etten oluşan) aşağı yanı ile tinsel (manevî) yüksek yanı arasındaki bu savaş, onun doğasında temellenmiş genel insanî bir olgudur.
İşte bu noktada sanat, onun yansıttığı estetik değer, insan ruhunda bir uyum sağlar. Güzel olan, duyusal olanla tinsel(manevî) olanın iç içe geçmesidir; o, etle tin’in bir karışımını deyimler. Sanat böylece insan ruhunu her türlü gerilimden kurtarır. O, ruhun dingilliği, her türlü tutkunluğun, kısacası bedenin aşılmasıdır.
Sanatın verdiği bu uyumla biz, ruhun derinliğini algılar, onun yazgısını, içindeki tutku canavarına karşı ahlâki güçlerinin sahneye çıkışını görürüz; böylece deiç dünyamız zenginleşir ve bir yükselme, güçlükler ve kaygılarla bulanık günlük yaşamımızın gerçekliğini aşma cesaretini duyumsarız..
Asıl anlamda sanat,geçici bir oyun, bir eğlence değildir; o, son derece ciddi bir iştir. Bu iş insana bir anlık özgürlük rüyasını tattırmak değil, onu gerçekten ve fiilen özgür kılmaktır.
Kazandığı bu özgürlükledir ki birey, bir insan kimliğini kazanır; çünkü inanı insan yapan yüksek değerler ancak özgürlükle yaşanıp gerçekleştirilebilir.
Böylece iç dünyası aydınlanıp bir düzene, bir kozmosa kavuşan, insan kimliğini kazanan bireyin, dış dünyaya da bir kargaşa, bir kaos değil, bir barış getireceği açıktır. Bundan böyle insanlar arası barış bir baskı ve zorlamanın değil,sevginin, ahlâki yüceliğin bir temsilcisi olmak niteliğini kazanacaktır.