Mustafa Kutlu’nun Hikâyelerinden Akıp Gelen Türküleri Arıyorum

Mustafa Kutlu’nun Hikâyelerinden Akıp Gelen Türküleri Arıyorum
Mustafa Kutlu’nun Hikâyelerinden Akıp Gelen Türküleri Arıyorum

"Zaman nasıl da geçiyor. Dergah dergisinin kapısından ilk girdiğim zamanı soruyor Mustafa Kutlu: `Sen ilk ne zaman geldin, var mı on yıl?` `Yok hocam, 25 yıl oldu neredeyse.` "

Anadolu’nun içimize huzur, coşku katan türküleri vardır. Tınısı içimde gezindikçe coşkun akan bir nehir gibi nereye gittiğini bilemediğim ama sonunda okyanusların coşkunluğuyla buluşmanın verdiği dinginliği bağrında taşıyan o türküler. İşte o türkülerden birisi gelip içimde öylece durdu. Bir türlü türkünün adını koyamadım, arayıp bulamadığım bir sır gibi çöreklendi en tenhama. Hâlâ bulmuş değilim oysa…

Dışarda insanları, ağaçları, çıplak dalları savuran rüzgârlar ve durmaksızın yağan yağmurlarla iflah olmaz bir İstanbul fırtınası. Rüzgârlar esiyor, çıplak dallar savruluyor şehir sicim gibi yağan yağmurla yıkanıyor ve arınıyor sanki tüm kirlerinden… İşte böyle bir kış günü içimde gezinen türküleri arayıp bulma telaşındayken birden üstadMustafa Kutlu’nun hikâyelerinde durdum. Durdum ve bir türkü tadında izler bırakmış o hikâyelerin ustasını ararsam türküyü bulurum diye düşünmeye başladım. İçimdeki ses, bu soğuk havada, kar öncesi böylesine bir yağmurlu günde üstad evinden dışarı çıkmaz derken, telefondaki ses müjde verir gibi, saat üçe kadar burada diyordu.

Yıldız Ramazanoğluabla ile geçen gelmemizde Firuzağa Camii’nde buluşmuş ama üstadın gelemeyeceğini öğrenince, Sultanahmet’in kıyısında bir kahve içimi oturmuştuk. Birbirimize umut ve muştu olsun diye dua niyetine falımıza mı bakmıştık. Sonra halimize gülmüş, Alman Çeşmesi’nin tarihe direnen güzelliğini, kurnalarından akan suyu, balı, çorbayı, İstanbul’u, bu kadim kaldırımlarda kimlerin gelip geçtiğini, Babıali’yi, Divan Yolu’nu mu konuşmuştuk…

Bu kapıdan ilk girdiğim zamanı soruyor Mustafa Kutlu

Zamanla yarışır gibi gidiyorum, yağmur hızımı kesmek ister gibi yağsa da gökyüzü alabildiğine berrak ve yağdıkça açılıyor sanki. Sultan Ahmet nasıl da tenha ve arınmış bir güzelliği barındırıyor. Dergâh Dergisi’ne yıllar önce hangi heyecanla gitmişsem 18 Ocak Perşembe günü yine aynı ruh haliyle gidiyorum. Uçarı bir genç kız çevikliği, dizlerimin dermansızlığıyla bedenimin hızını kesse de yüreğimde yine aynı heyecan. İçimde aynı uçarı telaş…Ali Ayçilbüyük bir nezaketle karşılıyor beni. Bir orta kahve ikram ediyor. Dergilerden, şiirlerden, edebi kamudan bahsediyoruz Ali Bey’le. Kahvemi yarılamışken üstad geliyor, işte o zaman küçük bir öğrenci grubuyla üstadın karşısındayız.

Zaman nasıl da geçiyor. Bu kapıdan ilk girdiğim zamanı soruyorMustafa Kutlu: “Sen ilk ne zaman geldin, var mı on yıl?” Diyorum “yok hocam, 25 yıl oldu neredeyse.” Beni iyi gördüğünü söyleyince daha mı genç hissediyorum kendimi, o geçmişten bugüne yorgun ama büyük heyecanlarla yürüyüp gelen kıza bir selam çakıyorum sanki ve dizlerime derman, gözlerime dirilten bir ışıma yayılıyor. Odadaki gençler oysa ne kadar körpeler, evlatlarım yaşındalar… Bir nesil var aramızda. Bir nesil sessizce büyümüş de haberimiz mi olmamış. Üç genç cesur ve dirayetli oturuyorlar üstadın karşısına. Ben nasıl oturmuşsam. “Ne o, niye öyle ilişir gibi oturdun, rahat ol” diyor üstad. “Selvigül yabancı değil, hadi sorun bakalım” derken gençler cesaret alıyorlar ve cesur sorularıyla üstadı nasıl da konuşturuyorlar. İşte o zaman, sağlam ve mütevekkil duruşu ve şen kahkahaları ile konuşmaya başlıyor Kutlu. Neden sonra, adını hâlâ koyamadığım, bir türlü bulamadığım o içimdeki türkünün tınısı yayılır gibi oluyor sessizce yüreğime. Ama bunu ancak ben duyuyorum.

Gençler alabildiğine cesurlar, ben alabildiğine çekiniyorum. Söyleşi yapmaya gelmişler ama “olmaz” diyor üstad, “ben söyleşi vermiyorum. Ama sorun ne soracaksanız.” İlk soruları fotoğrafla ve yazıyla ilgili, üstad bu konuda uzun uzun anlatıyor. Fotoğrafı anlatıyor, yazıyla ilişkisini, sonra sinemayı anlatıyor.

Çok okuyun, az yazın

Gençlerin zihinleri taze, muhayyileleri daha kirlenmemiş; işte o sâfiyetle üst üste sorular geliyor. Ve Üstad uzun uzun o soruları cevaplıyor. Ben sadece dinliyorum. Çünkü en güzeli böylesine hoş bir söyleşiyi dinlemek. Sinemadan, hikâyeden, resimden, ekonomiden, kanaatten, yokuşa akan sulardan, radikal bir duruştan ve daha pek çok konudan bahsediyor üstad:

“Yazmak için acele etmeyin. Bol bol okuyun, sonra yazın. Çok okuyun, az yazın. Yazdıklarınıza yıllar sonra baktığınızda onları daha iyi görecek ve objektif bir şekilde değerlendireceksiniz. Sizden önce yazanlara bakın. Ve onlarla yarışıp yarışamayacağınıza, yazdıklarınızın bu değerde olup olmadığına bakın. Eğer onları geçemiyor veya onlar gibi yazamıyorsanız boşuna yazmayın. Bırakın yazmayı, daha iyi yapacağınız şeylerle uğraşın. Şimdi toplum kendini şair zannedenlerle dolu. Ve etrafında birçok kişi de bu kendini şair sanan kişileri alkışlıyor, adeta onu kandırıyorlar. Siz böyle hallerden uzak durun. Şiir her şeyin, tüm sanatların zirvesidir. Sinemayı da aşar, romanı da, hikâyeyi de. Ve bizim büyüklerimiz şiir söylemişlerdir. Çünkü en güzeli, az ve öz söylemektir. Bu da şiirle gerçekleşir. Siz daha doğmadan Bosna kıyımı yaşandı ama şiiri yazılamadı. Yine yakın zamanda meydana gelen 15 Temmuz’la ilgili de şiir yazılamadı. Ama yazılması gerekiyor.” Gençlerin soruları karşısında Mustafa Kutlu böyle şeyler söyledi.

Modern çağ aslında insanı tükenişe taşıyan bir çağdır

“Ben toplumcu bir yazarım. Kendimi yazmadım. İnsanımızı yazmaya çalıştım. Bu toprakların insanını yazmaya çalıştım” diyor ve sözlerine devam ediyor: “Bizim örneğimiz ve önderimizEfendimiz’dir. O nasıl yaşamışsa bizler de onun gibi yaşamalıyız. SonraHz. Ebubekirtüm servetini bağışlamıştı; evet uç bir örnektir ama o bunu yaptı. Sizin eğer 25 gömleğiniz varsa dolabınızda, bu haramdır, çünkü insana üç gömlek de yeter. Ama yaşadığımız çağ, kapitalizm, insanı tüketime zorlar. Hep insana ihtiyaçlar üretir. Modern çağ aslında insanı tükenişe taşıyan bir çağdır. Ben bu çağa karşı yazmaya çalışıyorum. Kimsenin söylemediğini söylemeye, suları yukarı akıtmaya çalışıyorum. Kanaatten bahsediyorum. Kimse beni kaale almasa da ben buyum ve her zaman da söylediklerimin arkasındayım. Moderniteye ve tüketim kültürüne karşı her zaman radikal bir duruşum oldu.”

Cümlelerini heyecanla ve coşkuyla kurarken, aslında gençlere eşsiz bir irfani duruşun ve hikmetli yaşantının da yolunu gösteriyor Mustafa Kutlu. Şimdi lise talebesi olan gençler belki yıllar sonra üstadın söylediklerini daha bir içselleştirip anlayacaklar. Ve kimle karşı karşıya olduklarının şuuruna varmaları için belki de benim gibi bir 25 yılı geride bırakmaları gerekiyor.

Üniversite öğrencisi iken kapısına dayandığım ve yazmam için beni yüreklendiren Mustafa Kutlu, bu topraklar için kutlu ve mübarek bir duadır. Umuttur… Bize bizi hatırlatan, bize insanlığımızı, içimizdeki seferleri, hikmetli bakmayı, duru yaşamayı, kanaatin zenginliğini hatırlatan bir duadır. Tıpkı çağdaşı Sezai Karakoç gibi, Hasan Aycın, Ali Haydar Haksal, Hüseyin Su, Rasim Özdenören, Nuri Pakdil, Mehmet Doğan, Nazif Gürdoğan ve benzer üstatlar gibi… Yine önden giden; Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç, Cahit Zarifoğlu ve pek çok diğer üstatlar gibi bu toprakların mayası, bu toprakların geçmişten geleceğe medeniyet köprüsüdür.

Üstad Mustafa Kutlu’ya, tüm büyüklerimize hayırlı ve bereketli bir ömür diliyorum; Hakk’a yürüyenlere, önden gidenlere, geçmişlerimize de rahmet diliyorum.

Biliyorum, içimizdeki türküler bir nehir gibi durmaksızın akacaklar yüreğimizin sıcaklığına, usta kalemlerin ilhamıyla…