Gazi ALTUN
Bilge Kadın Araştırma Merkezi (BİLKA)`nın Gazi Altun ile yapmış olduğu röportaj:
Sizi tanıyabilir miyiz?
İsmim Gazi Altun. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu mezunuyum. Yüksek Öğretmen Okulu’nun “Pınar” diye bir dergisi vardı. 1971 yılında askeri idare, dernekleri kapatmıştı. Yüksek Öğretmen Okulu’nda okuyan ve mezun olup öğretmenlik yapan arkadaşlarımızın bazıları, güzel yazılar ve şiirler yazıyorlardı. Biz de onların ziyan olmasını istemedik. Ayrı bir mektep niteliğindeki “Pınar” dergisini, 1972 yılında Cağaloğlu’na taşıdık. Ve o dergiyi ben fiilen 77’nin sonuna kadar yürüttüm.
Daha sonra “Türk Edebiyatı Dergisi’’nin yazı işleri müdürlüğünü yaptım. Aynı zamanda okuldan da hocamız olan edebiyatçı, yazar Ahmet Kabaklı Hoca ile birlikte, Türk Edebiyatı Vakfı’nın kuruluşunda da bulundum. Kabaklı Hoca’nın vefatından sonra Türk Edebiyatı Vakfı’ndan Büyükşehir Belediyesi’ne geçtim. Bir süre Kültür A.Ş.’de müdür olarak çalıştım.
2009’da, Boğaziçi Yayınları’nın Yönetim Kurulu Başkanı olan gazeteci ağabeyimiz Ergun Göze vefat edince, beni buraya davet ettiler. Ve 2010’un başından itibaren Boğaziçi Yayınları’nın Yönetim Kurulu Başkanı olarak işime devam ediyorum. Boğaziçi Yayınları da, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve Fen Fakültesi’nden bizim hocalarımızın kurduğu kırk yedi yıllık bir yayınevi. Yüzlerce eser var. Yani okul bitti, ders bitmedi. Okumaya yazmaya devam ediyorum. (gülüyor.)
Türk Edebiyat Vakfı’nın müdürlüğünü yaptınız. Vakıf hakkında biraz bilgi verir misiniz?
Tabii. Türk Edebiyatı Vakfı, 1972 yılında Türk Edebiyat Cemiyeti olarak doğdu. Türk Edebiyat Cemiyeti, hocamız Ahmet Kabaklı’nın öncülüğünde 56 kişinin imzasıyla kuruldu ve Türk Edebiyatı Dergisi’ni çıkarmaya başladı. 500’ün üzerinde sayısı çıkan dergi, Kabaklı Hoca’nın vefatından sonra da devam ediyor.
Cemiyet, o dönemin çok seçkin insanları, gazete yazarları, üniversite hocaları, özellikle İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi hocalarının ağırlıklı olduğu bir zümre tarafından kuruldu. Biz o zaman daha talebelikten tam çıkmamıştık. Biz, “Pınar” Dergisi’ni çıkarırken, onlarda “Türk Edebiyatı”nı çıkarıyordu. Ben hem kendi dergimi çıkarıyordum hem de hocamızın çıkardığı Türk Edebiyatı Dergisi’nin işleriyle alakalı çalışmalara destek veriyordum. Bizim dönem arkadaşlarımız,
orada yazı işleri müdürlüğü yaptı.
1978’de işler genişleyince derneği, vakfa dönüştürmek istedik. Böylece Türk Edebiyatı Vakfı, 1978 yılında kurulmuş oldu. Sonra Bakanlık, hemen Sultanahmet Meydanı’na bakan bir yerde bize güzelce bir yer tahsis etti, oraya taşındık. Böylece 78’den sonra Vakıf, “Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi” ismiyle anılan bu binada devam etti. Halen de orada. Dergi, önce dernek adına çıkıyor idi, sonra vakıf adına çıkmaya başladı.
Türk Edebiyatı Dergisi’nde başta Ahmet KabaklıHoca’nın kitapları olmak üzere, Türkiye’de eli kalem tutan gençlerimizin yazıları, incelemeleri, hikâyeleri, şiirleri yayınlanıyor. Ve böylece bir okul gibi iş görmeye devam ediyor. Türkiye’de şu an en uzun soluklu edebiyat dergilerinden birisi diyebiliriz. Belki de birincisi şu anda. Bir de “Varlık” vardı, bilmiyorum şu an devam ediyor mu?
Edebiyatçıların Türk Edebiyat Vakfı ve Türk Yazarlar Birliği gibi kurumların çatısı altında birleşmesinin getirisi nedir?
Bizim edebiyatımız ağırlıklı olarak sözlü kültürün devamlılığına dayalı. Dolayısıyla bu tür yerlerde buluşan insanlar, hem birbirlerini tanıyorlar hem de kültürün, hatıratın, şiirin, edebiyatın türlerinin sözlü naklini sağlıyorlar. Böylece edebiyatın da devamlılığı ortaya çıkmış oluyor.
Türk Edebiyat Vakfı gibi kurumlar artık meslek kuruluşlarına dönüştü ve tüm Türk dünyasında tanınmaya başladı. Mesela şimdi biliyorsunuz beş tane Türk Cumhuriyeti var. Bu ülkelerden gelen biri, Türkiye’den bir yazar veya şairle görüşmek istiyorsa, dergiden isimlere bakıyor. Orada bir hazır malzeme var, bunlardan faydalanıyor. Dergi, dernek ve vakıflar bu buluşmalar için ortam ve mekan oluşturuyor. Faydalı, mutlaka faydalı…
Toplum olarak kitap okuma alışkanlığımız niçin yok? Bu alışkanlığın gerçek manada kazandırılması ve hayatımıza yerleştirilmesi için öğretmenlere ve ebeveynlere düşen görevler nelerdir?
Ben eğitimciyim. Eğitimin temelinde; öğrenmek için, görmek, gelenekleri görmek, evin halini görmek, okuyanı görmek bulunur. Çocuğun kitap okuma alışkanlığını edinmesi, okumaya özenmesi için, birinci derecede anne babanın kitap okuduğunu görmesi gerekir. Anne-babayı roman, hatırat, şiir veya diğer kitapları okurken gören çocuklar, onlardan gördükleri şekilde okumaya yönelecektir. Çocuklar anne babadan görmeli ama bu eksik.
Bir kere anne baba, çocuklara okumayı sevdirecekse, bu konuda kim ne yayınlamış, ne çıkmış, piyasada ne var diye bir araştırmaya girmesi lazım. Çocukların yaşına uygun olarak masallardan, günlük hayata dair fikir edinebileceği şeylerden, küçük hikâyelerden, halk hikâyelerinden başlamak gerekir.
Bunun yanında özellikle öğretmenlerin de, çocuklarda kitap okuma alışkanlığını kazandıracak bir tavsiye yöntemi oluşturmaları gerekir. Öğretmenler, benim veya falanca yazarların kitaplarını okuyun şeklinde bir zorlamadan ziyade, çocuğun seviyesine uygun, genel kültürümüzü, Türk kültürünün temeli olan eserleri tavsiye ederek işe girmeli. Yoksa kocaman kitabı önüne koy, sırtında taşısın, götürsün, getirsin sonra da bir tarafa atsın. Böyle değil.
Çocuklar, seviyelerine uygun olarak önce resimli, boyalı küçük kitapları okuyarak ondan zevk almalı. Nasıl bir enstrüman çalmak bir zevkse kitap okumanın da bir zevk olduğunu fark etmeli. Giderek kitaptan ne alacağını kendisi keşfetmeye başlamalı. Ondan sonra “Okuma!” deseniz de okur çocuk. Yani okumanın alışkanlık haline dönüştürülmesi için sorumluluk, önce anne-babanın, sonra öğretmenlerin…
Kitap okuma alışkanlığının oturmamasının bir sebebi de ekonomik. Kitap maliyetlerinin çok yüksek, anne-babaların alım gücünün maalesef çok düşük olduğunu unutmamak lazım. Yani kitaba para ayırmak, ondan zevk alarak okumak… Kabul etmek lazım ki, bunlar başlı başına problem. Kaç kişi haftada veya ayda bir kitap alabiliyor?
Bunun için de okul kütüphanelerinin, halk kütüphanelerinin, millet kütüphanelerinin yaygınlaşması gerekiyor. Bu konuda Kültür Bakanlığı, belediyeler epeyce bir gayret içerisindeler. İstanbul’da sessiz sedasız bir sürü kütüphane açıldı. İki sene önce İzmir’de, sahile yakın bir yerde üzerinde “halk kütüphanesi” yazan bir bina gördüm. Girdim, baktım, her tarafı toz kaplamış, kitaplar mahzun bir vaziyette, bakan yok, okuyan yok. Üzülmüştüm. Daha sonra Kültür Bakanlığı’nın bu işlere verdiği önemi fark edince biraz gönlüm rahatladı. Şimdi de onun peşine düşüyoruz. Kültür Bakanlığı aman bu işlere sahip çıksın, kitap alsın, kütüphane kursun diye.
Onun dışında bazen gönüllü insanlar okul kütüphaneleri kuruyorlar. Bazen okuma hevesi olan birisi, biraz da varlıklı ise bir binanın girişine: “Ben hayrıma buraya bir kütüphane kurdum.” Yazdırıyor, piyasadan kitap topluyor, dolduruyor oraya. “Şu günler, şu saatler açık, ben de buradayım.” diyenler bile var. Geliyor, bizden kitap istiyor, alıyor, götürüyor. Türkiye’de artık okuma kültürü iyice gelişmeye başladı. Ancak bunun önüne de dijital ortam kitapları çıktı.
Dijital ortamda yayınlanan kitapların da telefon kullanma ve internet gibi maliyetleri var. İnsan farkında olmadan o bedeli de ödüyor ama oraya yöneliyor. Ayrıca dijital ortamda yayınlanan kitapların pek çoğu isabetsiz ve hatalı olduğundan mahsur taşıyor. İnternet yoluyla erişilen bilgilerin çoğu, ondan ona, ondan ona aktarılırken kendi bağlamından koparılmış bilgiler. Öbür taraftan dijital ortamda hangi konuda, hangi kitap, hangi yayınevi diye bilgiye ulaşmanın kolaylığı da var bir bakıma.
Bunlar hep çağımızın getirdiği yenilikler. Dijital ortamı iyi kullanırsanız , iyiye hizmet eder. Bıçak, mutfakta iyi maksatlarla da kullanılabilir, cinayet aleti olarak da… Yani, niyetinize göre. Niyetiniz ne ise, ona göre bulur okursunuz. Evet, zorluklarımız var ama okuma alışkanlığını, bu yolları, yöntemleri deneyerek arttırmamız mümkün.
Hocam bize genel olarak Türkçenin gelişiminden bahsedebilir misiniz?
Türkçenin de bir macerası var. Türkler, önce Fars, sonra Arap, sonra Batı kültürüyle ve de Anadolu’nun yerleşik kültürleriyle tanışmış. Karşılaştığı bu kültürlerin dillerinden birçok kelime, cümle ve kavramlar almış ve kendi gırtlak yapısına, ses yapısına uygun hale getirerek kendi bünyesine aktarmış. Böylece Türkçe çok zenginleşmiş. Hatta Türkçe bir yandan zenginleşirken diğer yandan kendi kavramlarını kaybedecek vaziyete geldiği zamanlar bile olmuş.
Biliyorsunuz, Karamanoğlu Mehmet Bey: ‘’Bundan böyle divanda, dergâhta Türkçe konuşula’’ diye bir ferman yayınlamıştır. Bu ne demek? İnsanlar farklı dillerde konuşabilir ama ortak bir konuşma dili olarak, devlet dilinin yani Türkçe’nin olması gerekiyor. Daha önceki dönemlerde ise Ali Şir Nevai’de: “Türkçe zengin bir dildir. Siz yazı dili olarak neden Farsçayı seçiyorsunuz? Neden başka harfleri, dilleri seçiyorsunuz?” diye kendi çağdaşı olan insanlara hatırlatmalarda bulunuyor.
Dünyada şu an benim hatırlayabildiğim, sözlüklere girmiş olan yüz yirmi beş bin Türkçe kelime var. Şimdi bir kelimenin iki, üç, dört beş anlama geldiğini, bazılarının yedi anlama geldiğini biliyoruz. Bir kelime, ortalama dört anlama gelebiliyor. E… şimdi yüz yirmi beş bin çarpı dört, bu beş yüz bin kelime ve kavram eder. Bir de iki, üç kelimenin yan yana geldiği, sözlüklere girmiş olan dört yüz elli bin civarında deyimlerimiz var. Beş yüz bin kelime haznemiz, dört yüz bin de deyimlerimiz, dokuz yüz elli bin ifade gücü olan bir dilin mensuplarıyız. Günümüzde, dünyada Türkçe konuşan iki yüz elli milyon insan var.
Türkçenin de, dillerin de bir gelişme seyri var. Bu gelişme seyri içerisinde en gelişmiş olanı; İstanbul Türkçesi. Bugün İspanya’dan, Amerika’dan, Çin’e kadar olan her yerde Türkçe konuşan insana rastlarsınız. Bir Azeri, Kazak, Özbek, Türkmen veya Uygur konuştuğunda, farklı aksan ve şivelerde de olsa, dikkatle dinleyerek ve biraz gayret harcayarak sözlerine aşina oluyor ve anlayabiliyoruz.
Dünyada paylaşımların dijital imkânlarla yaygınlaşmasından sonra herkes birbirini dinlemeye anlamaya çalışıyor. Buradan Çin’e gitmeye kalkın, İran’dan, Pakistan’dan, Hindistan’dan, Uygur Türklerine kadar bu coğrafyada “Merhaba!” desen hemen “Merhaba!” diye karşılık bulursun. Dolayısıyla bizim böyle bir dil ve kültür coğrafyamız var. Bu da önemli.
Bu tabii birçok ırkı içinde barındırdığından kaynaklanıyor, değil mi?
Elbette…
Biz zengin bir dilin mensubuyuz. Bu dille şiir, destan, hikâye, roman, ilmi eser de yazılır, ilmi inceleme de yapılır. Ama bu zenginliğin farkında olmayan Türkiye’de bazı üniversite hocaları, bazı siyasetçiler ‘’Türkçeyle ilim yapılamaz!” diye maalesef yanlış konuşabiliyorlar. Ne söylediğinin, ağzından çıkanın nereye gittiğinin farkında bile değil. Böyle bir gariplikle karşı karşıyayız.
Peki, biz bu kadar çok kelime hazinemizden kaçını kullanıyoruz günlük hayatta? Dilin inceliklerine sahiplenmek ve kullanmak için biraz da insanların gayreti lazım. Türk Dil Kurumu’nun sözlüğü var, yazım kuralları var ama ifadeye yetmiyor.
Mesela, televizyonda haber sunan birisi, dilin kendi ahengiyle “rüzgâr” diyemiyor da şapkasız “a” telaffuzu ile “rüzgar” diyor. Niye? “Efendim şapka yoktu biz öyle okuduk.” Hâlbuki değil. Yani biraz da gayret gerekiyor.
Ben dün metrodan gelirken, bir anne, yanındaki dört beş yaşlarındaki bir çocukla konuşurken nazal “n” sesi ile; “Oğlum gördün mü?” dedi. E, şimdi siz bileceksiniz, “nazal n” diye genizden gelen bir ses var. Onun bugünkü alfabede karşılığı var mı? Yok. Dolayısıyla dilciler, edebiyatçılar bu işi araştıracak. O ağızların, o lehçelerin, o dil özelliklerinin ve birinden diğerine geçişlerin farkına varacak. Hangi dilden hangi dile, hangi kelimenin nasıl geçtiğini, geçtikten sonra geçirdiği evrelerin farkına varacak…
Edebiyatçılar bunu yapacak ama sade okuyucu da ortaya konmuş edebi eserlerden okuyarak zevklenecek. Türkçeyi iyi kullananlar, iyi yazanlar olacak ki, ötekiler de okumaktan zevk alacak. Bunlar hep birbirine bağlı işler.
Son 50 yılda okuyucu profili değişti mi? Bu değişiklik nasıl ve ne yönde oldu?
Okuyucu profilinde değişme oldu. Yetmişli yıllara kadar Türkiye nüfusunun yüzde sekseni köylerde yaşardı. Ve maalesef köylerdekilerin de eğitim seviyesi çok düşük idi. Onun da sebepleri var şüphesiz. Şunu da söylemeden geçmeyelim. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu zaman devletin nüfusu, on üç milyon idi. Bu on üç milyon nüfusun sekiz buçuk milyonu, yaşlı, kadın, çocuk, geri kalan dört - beş milyon ise savaştan artakalan iş gücümüzdü. Dört-beş milyonluk bu nüfus, hem askerlik yapıyor hem emniyet sağlıyor hem sağlık konularını işliyor hem tarla sürüp, ekin biçerek Türkiye’nin varlığını devam ettiriyor idi.
Şimdi seksen milyonuz. O zaman okuma-yazma oranımız çok düşüktü. Bunu söylemekte hiçbir beis yok; okuyan çoktu, Arapça okuyordu ama sadece Kur’an Arapçası okuyordu. Buna karşılık yazan sayısı ise çok daha düşüktü, neredeyse bu oran % 3’ler mertebesinde idi. Okuyan-yazan sayısını ve kitap sayısını çoğaltma konusunda devletin, Milli Eğitim’in çok büyük teşvikleri oldu. Böylece okuyan sayısı, okulların çoğalmasına, nüfusun çoğalmasına paralel arttı. Bu doğal, tabii bir şey.
Biz okuyan, yazan kalem sahiplerini yetiştirdikçe özgün eserler, yeni eserler ortaya çıkıyor ve bu da okuma alışkanlığının gittikçe yükseldiğini, daha da iyiye gideceğini gösteriyor. Yayıncılar genellikle okuma alışkanlıklarının olmadığı yönünde şikâyet ediyorlar ama öyle değil.
Türkiye’de Türkçe ve yabancı dilden çeviri kitap basımı ne durumda?
Biraz evvel denetçiliğini de yaptığım Yayıncılar Federasyonu’nun rakamları elime geldi. 2020 Ocak’tan bugüne kadar kırk yedi milyon adet kitap basılmış. Federasyon bünyesinde çıkan kitapları kategorize ediyor ve Türkiye’de çıkan kitap sayısını biliyoruz. Yani kültür kitapları ne kadar, ders kitapları ne kadar, üniversite kitapları, eğitim kitapları ne kadar… Niye? Bandrol alıyoruz, bandrol basıyoruz. Böylece kitapların geliştiğini, çoğaldığını görüyoruz.
Eskiden Türkiye’de daha çok telif dediğimiz tercüme kitaplar vardı. Yerli yazarların kitaplarının sayısı çok azdı. Tercüme kitaplar biraz daha fazla olabilir ama şu anda birbirine yakın görünüyor. Bu biraz da ekonomik imkânlarla ilgili…
Kültür yayıncılığının da gelişmesi gerekiyor. Diyelim ki, İskender Pala’nın bir kitabı basıldı, yüz elli bin sattı. Ben Türk Edebiyatı dergisinde onun çok yazılarını yayınladım. Türkiye’nin benzer birçok yazarı mesela Beşir Ayvazoğlu vardır. Çok iyi bir edebiyatçımız çok değerli kitapları var, kalın kalın. Para vermeye kalksanız alamazsınız ama kıymet, hakiki bir kıymet.
Ayrıca, yayınlarımız da hem kâğıt kalitesi bakımından hem yazı kalitesi bakımından hem de fiziki özellikleri bakımından daha güzel kitaplar çıkmaya başladı ve bu devam edecek.
Üniversite kitaplarını da görüyoruz dediniz. Biz de üniversitede edebiyat okuyan öğrenciler olarak size şöyle bir soru soralım; özellikle edebiyat bölümlerinde okutulan edebiyat kitaplarını, akademik kitapları yeterli buluyor musunuz ya da içeriğini beğeniyor musunuz?
Biz genellikle üniversite hocalarının doktora, doçentlik, profesörlük tezlerini ve yazdıkları diğer özgün eserleri yayınlıyoruz. Şimdi şöyle bir alışkanlık var, her hoca kendi kitabını okutmak istiyor. Böyle olunca öğrenci de sırf dersine giren hocanın kitabını alıp, sınıfını geçiyor. Hatta iyi dereceyle de geçiyor ama bir hocanın ortaya koyduğu eserle bütün meseleyi anlatması mümkün değil.
İyi yetişebilmek için o konuda çalışmış başka hocaların kitaplarına da bakmak, onları da incelemek lazım. Çünkü herkesin ayrı bir bakış şekli, ayrı bir ilmi inceleme tarzı var. Bazen bilgisayarın sunduğu bir imkânla; ‘ bu kelime nereden gelmişti, orijinali neydi?’ gibi dil tartışmaları yapıyor hocalar. Ben de okuyorum zaman zaman ve memnun oluyorum.
Bir de insanın bir kapasitesi var. Bir insanın, gündelik ihtiyaçlarına, ibadetine, uyumasına, okumasına, yazmasına, iaşesinin teminine ayırabileceği zaman 24 saatle sınırlı. Yani kim olursa olsun, ister profesör, ister ordinaryüs olsun, insanların vakitleri sınırlı. Üniversitelerin bu kadar arttığı bir zamanda hem hoca sayısı çok az hem de bir hoca, üniversitede ders veriyor, televizyonlarda programa çıkıyor, sempozyumlara ve kitap fuarlarına katılıyor vs. E… bunlar ne demek? Okuma yazma, eser vermenin önündeki engeller demek.
Dolayısıyla, şüphesiz, bildiğiniz hocaların kitaplarını takip edin ama onun dışındaki kitapları da merak edin. Farklı bakış açılarını araştırın. “Efendim paramız yok, alamayız.” o mazeret değil. Mutlaka herhangi bir kütüphanede bir nüshası vardır. Yani, bir ilmi merak, eser peşine düşmek… Bunlar çok gerekli.
Rahmetli Prof. Dr. Mehmet Kaplan Hoca “Boş durmayın, yazarak düşünün” tabirini kullanırdı. Yazınca hakikaten düşüncen kaleme geçiyor, yazıya geçiyor. Şu anda düşündüğünüz bir şeyi beş dakika sonra unutuyorsunuz, üç dakika sonra insan beyni unutmaya meyyal. Yazarak düşünme, insanın kendi verimliliğini arttırması bakımından da önemli.
Bir de sözlük kullanma meselesi var. Bir kelimeyi bilseniz, iyi bildiğiniz bir kelimeyi dahi bazen kontrol etmek için sözlüğe bakın ve sözlüğe bakarken “Acaba bu kelimenin başka anlamları da var mı?” diye araştırın. Bu da okuma zevkini, bilgi ve kültür seviyesini arttıracak olan hususlardan birisi.
Bizim bilebildiğimiz tarihimiz 5000 yıllık. Alfabe değişiklikleri sebebiyle yaşadığımız sıkıntılar bir tarafa, Hint, Fars, Arap kültürleri, Anadolu’nun eski kültürleri ve Avrupa kültürünün içine girip çıkıp, buna rağmen varlığımızı geliştirerek koruduysak, bu 5000 yıllık birikimin neler olduğunu merak etmemiz ve Orhun Yazıtlarından başlayarak, araştırmamız lazım.
Hakkâri’nin bir dağında, milattan önce bilmem kaç yılına ait bir taş bulunuyor. O taşın üzerindeki damgayla Orta Asya’daki damga aynı çıkıyor. Veya Yedikule’deki bir kilisenin bahçesindeki kuyunun üzerine bir taş kapatmışlar; taşın üzerinde Yunan harfleriyle, Latin harfleriyle bir yazı var. Yazı Türkçe ama Latin harfleriyle yazılmış. Yani o kadar çok varlığımız var ki biz farkında değiliz.
Popüler kültür yayınları ve okuyucu kitlesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu popüler kültür dediğimiz şey, mevsimsel değişen, rüzgârın farklı yönlerden esintileri gibidir. Ortaya çıktığı dönem toplumu etkileyen bir akımdır. Bu, bir edebi akım da olabilir, bir müzik akımı da olabilir. Bunların toplumdaki etkilerini düşünürken, popüler kültürün varlığını ve bunun ortaya koyduğu verimlerin ne derece kendi kültür kaynaklarımızla uyumlu olup olmadığının farkına varacaksınız.
Bir dönem, bir zümre, dünyadaki tanınırlığı, melodinin bilinirliğinden hareketle Yunanca, Fransızca, Arapça müziğe, Türkçe sözler yazarlardı. O dönemde minibüsçüler de, popüler kültürün bir parçası olan bu müziklerin sesini sonuna kadar açarlardı. Ama bunlar gelip geçici şeyler. Moda gibi. On kişide beyaz gömlek gördünüz, çok hoşunuza gitti. İşte kolları, paçaları biraz daha geniş, biraz daha dar veya fırfırlı filan, gördünüz, bugün beğendiniz, aldınız. Ama ertesi gün hepimiz; “Okula böyle gidilmez.” , “Buraya böyle gidilmez.”, “Daha akıllı uslu…” diyerek akıl ölçülerine, görgü kurallarına, vesaireye uygun bir arayışa gireriz. Dolayısıyla popüler kültür evet var ama bunlar gelip geçici şeyler.
Halbuki ilimle uğraşan insanlar, üniversiteler, dilciler, edebiyatçılar tabii ki bunlara bigâne kalamaz. İşte bunların fark etmenin yolu da, kitap okumak… Yüzlerce kitap, ilmi eserler çıkıyor. Bu kitapların, ilmi tenkitleri yapılamaz mı? Bir tenkitçimiz yok.
Eli kalem tutan, fikirleri kıyaslayan veya onları toparlayan araştırmacılar, incelemeciler lazım. Diyelim ki, birisi halk şiirini inceledi önümüze koydu ama onların da tahlilleri var. Yazanın kişiliğiyle ilgili, kullandığı dille ilgili, toplumun gelenekleriyle ilgili bilgileri sunabilecek kalemlere ihtiyaç var. Bunları kim yapacak? Çok okuyan, bu işe hevesli, okuduğu bilgileri kafasında tutacak, kıyaslayacak, hatırlayacak ve karşılaştıracak kişiler yapacak. Belli bir tenkitçi zümre yetişmesi lazım.
Edebi eserlerin kendine göre tenkit yöntemleri var. Biri bir şey söylediğinde herkes ya hakaret ediyor ya göklere çıkarıyor. Halbuki herkesin bulunduğu noktadan olaya bir bakışı var. Bir başkası başka bir açıdan bakar olaya ve sizin fark etmediğiniz bir şeyi görür. Şimdi ben bu fincanın kulpu sağdadır desem karşıdaki solda görüyor. Karşıdakini anlama noktasına gelince kendi hırsınızı, nefsinizi yendiğiniz zaman anlayışınız bir kat daha gelişmiş olur. Şu anda problemlerden biri konuşma dilinde tahammülsüzlük. Aslında bu kadar çok cinayetin temelinde dilin iyi kullanılmaması var. Bu dil saygının, sevginin ve dövüşün de anahtarıdır.
Whatpatt kitapları hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Biraz evvel sorduğunuz popüler kültürün bir parçası. Bunların insanı geliştirmeye ne kadar faydası var ondan pek emin değilim. Rüzgâr gibi gelir geçer, kalıcılığı olmaz. Özellikle edebiyatçıların ve bu işi meslek edinmek isteyenlerin daha temel kaynaklara yönelmesi iyi olur.
Biz edebiyat öğrencileri olarak, Türk kültürüne ve yazı diline uymayan Amerikan gençlik dizilerinin yazı haline dökülmüş hali olan ve fahiş fiyatlara satılmasına rağmen defalarca basılan bu kitaplara değinmek istedik. Çünkü edebiyatımıza çok büyük zarar verdiğini düşünüyoruz.
Çok doğru düşünüyorsunuz. Bu dijital ortamda, o gün toplumun duygularına denk düşen bir sürü malzemeyi yan yana getirmiş olabilir. Dediğiniz gibi bunu kalın kalın eserler haline getirebilir. Bunu istismar ederek, satış rekorları kırabilir. Bu mümkündür ve zarar verebilir. Benim dergicilik yaptığım dönemde sinemacılarla bu konuları çok konuştuk. Türkan Şoray’a ‘Siz ahlak dışı bir film çevirdiğiniz zaman ahlaksızlığı özendirmiş olursunuz. Çocuklarımıza kötü örnek olursunuz. Siz bu fiziğinizle kötü örneklik yapmayın, böyle bir şeye malzeme olmayın dersem, ne dersiniz?’ dedim. ‘ Bu söylediklerinizin altına imzamı atarım. Ancak biz irademizi kullanacak durumda değiliz.’ dedi. Burada ‘fikir namusu’ devreye giriyor. İnsanların hassas olduğu duyguları kaşıyarak; mesela zengin kız - fakir oğlan ya da tam tersi, istismar ederek çok para kazanmaya çalışırsanız, bu memlekete hizmet etmekten ziyade zarar vermiş olursunuz.
Zaman zaman çok popüler olmuş, hatta devletimize söven adamlara dışarda ödül veriyorlar. Bunlara kim dikkat çekecek? Anne-baba, öğretmen, sizin gibi ilim peşinde koşanlar. Milli Eğitim Temel Kanunu’nda: ‘Milletin manevi değerlerine bağlı insanlar yetiştirmek’ tabiri var. Aksi halde insanları kendi haline bıraktığın zaman, duygularını kontrol edemez, çılgınlar topluluğu haline dönüşür.
Kanunlarda da hatalar var. Çocukların yanında eşler kavga ediyorlar. Baba, çocuğun yanında anneyi öldürüyor. Bunlar bu ülkenin Adalet Bakanlığına, din adamlarına, öğretmenlere, hukuk fakültelerine bir şey söylemez mi? Böylece her hadiseden bir ders çıkararak bunları ölçülendirmek, insanın akılla kavrayabileceği ölçülere taşımak lazım. Ancak bu suretle doğru yolu bulmak mümkündür. Çok samimi söylüyorum; ben o dergiyi çıkarttığım zaman ülkenin doğusundan batısından yazılar gelirdi ve biz aralarındaki benzerlikleri fark ederdik. Duyguları fikirleri aynı ama şimdi bu insanlar birbirleriyle kavga ediyor. Ama Türkiye’nin kültürel dokusu zengin, halkının feraseti yüksek ve hakikaten biz iyi bir toplumuz.
Erol Güngör’ün ‘Problemlerin Çözümünde Lisanın Yolu’ adlı bir doktora çalışması var. Anlatmaya çalıştıklarımızın özet başlığı bu. Lisanın rolünü çok iyi kullanmamız lazım.
Yayınevlerinin bir kitabı basma kriterleri nelerdir?
Dili iyi kullanmış mı? İyi örnek olabilir mi? İlmi kriterlere uygun mu? Özgün bir eser mi? Hakikaten emek verilmiş bir eser mi? Hatta bu konuda yazılmış başka kitaplar var mı, bir orijinallik tarafı var mı? Sonra yayıncıların bir endişesi de bu kitap satar mı? Bunu kimler alır, gibi çeşitli sorular sorarız. Sonra o sorularımıza uygun cevaplar bulursak, bu kitap basılır. Bin tane basarız, altı ayda satılır veya on senede satılır ama mutlaka basılmalı deriz. Ben burada basılan kitapları bu gözle değerlendirmeye çalışıyorum. Edebi eserleri danıştığımız üniversite hocası arkadaşlarımız var. Tarih konusunda tarih hocalarına danışırız. Onlarında fikrini alarak karar veririm. Bazen de maliyeti uygun düşebiliyor.
İstiklal harbinde görev yapmış büyüklerimizin bilgilerine bakıyorsunuz en az dört dil bilen insanlar. Çok dilli, dünyayı tanıyan insanlar. Onun için seçilmişler öndeler. Mesela Türkiye’de Kuran-ı Kerim’den sonra en çok okunan kitap Safahat. Şimdi Safahat’ı kaç kişi okuyup anlayabilir. Dildeki ve kültürdeki bu değişim bilinen kelimelerinde unutulmasına sebep oluyor. Geri kalmasına sebep oluyor. Sonra biz sayfanın altına bu kelimenin anlamını yazıp okutmaya çalışıyoruz. Bir İngiliz veya Fransız 200-500 yıl önceki eserleri rahatlıkla okuyabiliyor ama biz öyle değiliz. Ama hep söylediğim gibi; dert bizim, derman bizim.
Korsan yayıncılığın yayınevlerine ve yazarlara etkileri nelerdir?
Mehmet Doğan diye bir yazarımız var. Korsan yayıncılıkla ilgili bir sohbet yaptı. ‘Korsan’ kelimesinin bir denizcilik terimi olduğunu fakat daha sonra bu tabirin kitaba yakıştırıldığını ve hiç uygun bir yakıştırma olmadığını ifade etti. Bu benim de çok hoşuma gitti. Federasyonun genel kurulunda espri olsun diye: ‘ Bırakın korsan olsun, yeter ki okunsun’ dedim. Bu korsan yapılan işleri tasvip ettiğim anlamına gelmiyor. Benim derdim kitap okumak. Ama biri kitabı ucuza mal ediyor, sahte basıyor ve sokakta dizip satıyor. İnsanların alım gücünün düştüğü böyle bir zamanda hırsız şebekesi türemiş. Bununla uğraşıp yakalıyorlar ama cezalar caydırıcı değil. Bunlar elbette zarar veriyor. Bunların vergisi yok, devlete de zarar veriyor. Telifi olan yazara, yayıncıya zarar veriyor. Yani bu önemli bir mesele. Bu konuda mücadele diğer uygunsuz işlerde olduğu gibi devam ediyor. Bende onların deneticisiyim.
Bir yayınevi sahibi olarak kendi yayınevinizde ne tür kitaplar görmek istiyorsunuz ve istediğinizi bulabiliyor musunuz?
Bir insanın doğumundan ölümüne kadar nelerle karşılaşıyorsa, gelişim seyrine uygun olarak her okuyucuya uygun eserler bulunsun istiyoruz. Bu biraz da ekonomik güç meselesi. Biz kıymetli bulduğumuz eserleri zorluk içerisinde de olsak basmaya çalışıyoruz. Bütün imkanlarımızı bu yönde kullanmaya çalışıyoruz.
Yayıncının ilk olarak kendi ticari, yani eserin satıp satmayacağı kaygısı var. İki, yazara karşı sorumluluğu var, telif ödeyecek. Üç, matbaaya ödeme yapacak ona karşı sorumluluğu var. Ayrıca bunu tek başına dağıtması mümkün değil, dağıtıcıya vermek zorunda, sonra dağıtıcı perakendeciye vermek zorunda, perakendeci okuyucuya satmak zorunda. Zincir böyle. Bir yayıncının okuyucuya karşı da sorumluluğu var. Okuyucu kitaplardaki dipnotların kaynağını soruyor.
Biz, birçok sahada eser üretmeye çalışıyoruz ama bizimki genelde eğitime dönük akademik kitaplar. Mutlaka bir fayda bekliyorum. Bu fayda fikir faydası, sosyal fayda olabilir. Milletin ihtiyacına denk düşen, talebenin, üniversite hocasının veya devletin ihtiyacına denk düşmeli. Mesela bir üniversite hocası Osmanlı-İngiliz ilişkilerini tarihten bu güne ele almış. Araştırmış ve bir sürü bilgi belgeye ulaşmış, binlerce dipnot var. Yani bunlar yabana atılır şeyler değil. Bunu birileri farkına varsın, okusun. Biz de böyle okuyan insanlara kitap yoluyla malzeme temin etmeye çalışıyoruz.
Kendi alanınızda ileri gelen kadınlar hakkında düşünceleriniz nelerdir, bu alanda kadınlara yeterince yer veriliyor mu?
Kalem sahibi, tanınmış birçok kadın yazarımız var. Milletin duygularıyla oynayan yazarlar da var, popüler kültüre hizmet eden yazarlarımız da var, çok saygılı olanlar da var. Kadın erkek fark etmiyor benim için. Ben onları da anlamaya çalışıyorum. Tenkitlerimi yüzlerine de söylüyorum.
Kadın duygularını en iyi kadınlar anlar. Annelik duygusu, hayatın bütün kademelerini kapsayan bir duygu… Çocukluktan başlayarak her yaştaki insanın duygularını ancak anneler anlayabilir ve onlar yazmalıdır. Kadınlar yazmalıdır. Çünkü erkek yazar ama anlayabildiği kadar kadın duygusunu yazar. Bir de kadınların ayrıntılı düşünme özellikleri var. Onların zihin yapısının ayrıntılı düşünmeye daha meyyal bir halleri var. Temenni ederim ki hanım yazarlarımız daha çok çıksın.
Alanınızda yeterince genç olduğunu düşünüyor musunuz, bu alanda ilerlemek isteyen gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?
1600’ü aşan hatta 2000’e yakın yayın şirketi var. Haddi aşacak sayıda. Kitap yayıncılığı Türkiye’de belli bir noktaya geldi. Aslında insan potansiyeli bakımından çok insanımız var. Bizim temennimiz vasıflı insan haline dönüşmesi. Onun ümidi içindeyiz. Ben umutluyum.
Verdiğiniz bilgiler ve bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Rica ederim. Ben de teşekkür ederim.
Röportajı yapan:Elif Şükran SEZEN (BİLKA Gençlik Masası Başkanı) / Elif Ayvaz (BİLKA Gençlik Masası Üyesi)
Not:
PINAR DERGİSİ:
1967’de resmî bir kuruluş hâline gelen Yeniden Millî Mücadele Hareketi’nin, aynı adla faaliyet göstermiş olan dergisi haricinde farklı yayın organları da olmuştur. Bu çerçevede Pınar dergisi, 1972’ye kadar Çapa Yüksek Öğretmen Okulu Talebe Derneği tarafından çıkarılmış, sonrasında Mücadele Hareketi’nin yayın organlarından biri olmuştur. 1960’tan Ekim 1980’e kadar aylık olarak, kesintilerle beraber, 115 sayı yayımlanmıştır.
TÜRK EDEBİYATI VAKFI
Türk Edebiyatı Vakfı, 1972'de Ahmet Kabaklı tarafından çıkarılmaya başlanan ve o günden bu güne kadar her ay muntazaman yayınlanan Türk Edebiyatı dergisinin desteklenmesi ve edebiyatımızın önemli eserlerinin neşredilmesi için 1978 yılında faaliyete geçirildi.
Günümüzde adını duyurmuş birçok şair, romancı, fikir ve bilim adamına Türk Edebiyatı dergisi rehberlik etti, onların seslerini duyurdu ve onları geniş kesimlere tanıttı.