2. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali`ne Konuşmacı Olarak Katıldık


İstanbul Hukuk Fakültesinin düzenlemiş olduğu 2. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali kapsamında yer alan akademik programda "Hukuki Eşitsizliklere Karşı Mücadele ve Kazanımlar" başlıklı panele konuşmacı olarak katıldık.
Kadına Yönelik Şiddet ve Ayrımcılığın Önlenmesi Forumunda yer alan panel İstanbul Üniversitesi Doktora Salonunda gerçekleşti. Başkanımız Av. Alev Sezen, Türk Kadınlar Birliği Başkanı Sema Kendirci, KADER`in eski Başkanı Hülya Gülbahar, İst. Ü. İnsan Hakları Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi`nden Gökçeçiçek Ayata`nın konuşmacı olarak katıldığı panelin yöneticisi Pınar İlkkaracan idi. Panel sonrası panelistlere plaket verildi.
Başkanımız Av. Alev Sezen`in tebliği aşağıdadır;
HUKUKİ EŞİTSİZLİKLERE KARŞI MÜCADELE VE KAZANIMLAR
Hukuki eşitsizliklere karşı mücadelede gösterilen gayreti, samimi çalışmaları ve iyi niyetle yapılan düzenlemeleri tebrik ediyor, daha ileri seviyelere gelmesini temenni ediyorum.
Konuyu üç başlık altında irdelemek istiyorum
1) Mutlak eşitlik adaleti sağlar mı?
2) Uygulamadaki aksaklıklar giderilmeden tek başına hukuki düzenlemeler yeterli midir?
3) Ne yapmalı?
1) Mutlak eşitlik adaleti sağlar mı?
Öncelik ile bir Nasreddin Hoca fıkrası ile başlamak istiyorum. Farklı versiyonları olan bu fıkrayı maksudu bir amma rivayeti muhtelif diyerek anlatıyorum.
“Çocuklar sokakta bir araya gelmiş cevizlerini paylaşmaya çalışıyorlar ama kavga etmeden paylaşmayı beceremiyorlarmış. Nasrettin Hocayı görünce ondan yardım isterler.
Hoca Efendi! Biz anlaşamadık bize bu cevizleri paylaştırır mısın? derler. Nasrettin Hoca’ da çocuklara sorar.
"Allah adaleti mi istersiniz, yoksa kul adaleti mi? "Çocuklar daha adaletli olur diye hep bir ağızdan Allah adaleti derler. Nasrettin Hoca da cevizleri paylaştırmaya başlar. Kimi çocuğa bir ceviz verir, kimisine beş, kimisine on ceviz, kimisine de hiç vermez. Bu taksimi görünce çocuklar şaşırırlar
"Bu ne biçim paylaştırma Hoca derler. Nasrettin Hoca da görmüyor musunuz Hüseyin Ağa’nın 20 ineği var, Abdurrahman Efendi’nin beş, Bekir Efendi’nin bir tane, Şemsettin Efendinin hiç yok. Eğer kul adaleti isteseydiniz hepinize eşit paylaştıracaktım" der.”
Kadın hakları için mücadele ederken de bu hususa dikkat etmemiz gerekiyor. Amacımız kadın ve erkeğin mutlak eşit olması mıdır? Kadının haklarının korunması mıdır? Maalesef sadece kadın ve erkeğin eşit hale getirilmesi mücadelesi kadın hakları ve savunuculuğu olarak gösterilmeye çalışılıyor.
Ancak Anayasanın 10. Maddesinde yer alan “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.” hükmü ile getirilen pozitif ayrımcılık iyi bir başlangıç olmuştur. Akabinde Meclisteki Kadın Erkek Eşitliği Komisyonunun adının Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu olarak değiştirilmesi de bu yaklaşımın bir ürünüdür. Tüm Kanunlar gözden geçirilerek -normlar hiyerarşisine uygun olarak- Anayasada yer alan kadın lehine pozitif ayrımcılık prensibinin oralarda da uygulanması gerekmektedir.
Eşitlik ilkesi uyarınca bazı hükümlerin kadın ve erkek için aynı şekilde düzenlenmesi kimi durumlarda kadınların aleyhinde sonuçlar doğurmaktadır. Örnek olarak;
Yeni Medeni Kanunun 1 Ocak 2002 tarihinde yürürlüğe girmesi ile kadının evlilik içindeki hukuki durumunda bazı değişiklikler olmuştur. Eşler arasındaki uyuşmazlıklara hâkimin müdahalesini isteme imkânı da getirilmiştir.
Aile Reisliği: Koca, birliğin reisidir hükmü değiştirilmiş, birliği eşlerin beraberce yönetecekleri hükmü getirilmiştir.
Aile Geçimini Sağlama: Evin geçimini sağlama görevini kocaya veren hüküm
değiştirilmiş, eşlerin birliğin giderlerine güçleri oranında emek ve malvarlıkları ile katılacakları hükmü getirilmiştir.
Çalışan bazı eşlerin mutfak masraflarını bile “Alman usulü” gideriyor olması adından da belli olduğu gibi Türk aile yapısına ters bir durumdur. Bu, ailedeki birlik, beraberlik duygularını yok eden materyalist bir yaklaşımdan öte bir şey değildir.
Böyle devam eder ise atasözlerimizi de değiştirip bundan sonra “bir yastıkta kocayın!” yerine “herkes kendi yastığında kocasın!” dememiz gerekecek.
Aile Hukukundan Kaynaklanan Yükümlülüğün İhlali: Her hakkın bir görevin karşılığı olduğunu kadınlarımızın unutmaması gerekir. Kadınların haklarını kullanabileceği bir zemin hazırlanmadan, bu hükümler işlerlik kazanamaz. Kadınlarımızın çoğunun ev hanımı olduğu ve ataerkil olan aile yapımızda evliliklerde ev içi kararlarda genelde erkeğin daha baskın olduğu toplumumuzun bir gerçeğidir. 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren yeni Türk Ceza Kanununun aile hukukundan kaynaklanan yükümlülüğün ihlalini düzenleyen 233/1 maddesi ile “Aile hukukundan doğan bakım, eğitim veya destek olma yükümlülüğünü yerine getirmeyen kişi, şikâyet üzerine, bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” hükmü getirilmiştir. Bu durumda; yeni Medeni Kanun uyarınca evlilik içinde üzerine aldığı sorumlulukları yerine getirmeyen kadınlar içinde bu müeyyide geçerli olacaktır.
Yoksulluk Nafakası: Yeni Medeni Kanun uyarınca kadının da erkeğe yoksulluk nafakası ödemesine karar verilebilmektedir. Eski Kanunda ise erkeğin kadından yoksulluk nafakası isteyebilmesi için kadının hali refahta bulunması gerekirdi. Boşanma sürecinde kimi zaman kadın bu düzenleme sebebi ile haklarını isteyememekte “tek kurtulayım yeter” demektedir. 1950 öncesinde boşanma ayıp sayılırdı. Daha sonraları ise boşanma veya ayrılık durumunda erkek aileyi dağıtmadan evi ve eşyayı, eşine ve çocuklarına bırakarak “ceketini alıp giderdi”. Şimdilerde ise erkekler kadınlardan nafaka ister hale geldiler.
Zina Suçu: Türk toplumu gelenek ve göreneklerine bağlı, dini ve manevi değerleri kuvvetli bir toplumdur. Son yıllarda Avrupa Birliğine uyum nedeni ile çıkarılan yasalar bu değerleri zedelemekte ve hatta yok etmeye çalışmaktadır. AB, Türk hukuk mevzuatında ne kadar ahlak saikı ile işlenen suç var ise hep o kanun maddelerinin değiştirilmesi veya kaldırılması yönünde baskı yapmaktadır. Bunun bir örneğini de maalesef zina suçunun yeni Türk Ceza Kanununda yer almaması ile görmekteyiz.
Eski TCK’nun 5. faslında 440 – 444 maddeleri arasında düzenlenen “zina” suçu Anayasa Mahkemesinin 23/06/1998 gün ve 1998/3 E., 1998/28 K. R.G.: 13/03/1999 – 23638 (Kadının Zinası) ve 23/09/1996 gün ve 1996/15 E., 1996/34 K. R.G.: 27/12/1996 – 22860 (Kocanın Zinası) kararları ile iptal edilmiştir. Eski TCK’da kadının zinasının oluşması için bir kere cinsel ilişkide bulunması yeterli iken, kocanın zinasının oluşması için zina yaptığı kadın ile karı koca hayatı yaşaması gerekli idi. Anayasa Mahkemesi, karı koca arasında zina suçunun oluşumu için cinsiyet sebebi ile TCK’da getirilen bu farklı düzenlemeyi Anayasanın “Kanun Önünde Eşitlik” ilkesini düzenleyen 10. maddesine aykırı bularak iptal etmiştir. Ancak burada amaç bu suçun tümü ile ortadan kaldırılması değil, belirttiğimiz eşitsizliğin giderilerek yeniden düzenlenmesi idi.
Eşitsizliğin giderilerek zina suçunun yeniden düzenlenmesi gerekir iken AB’nin baskıları sonucunda zina tümü ile yeni TCK’ dan çıkarılmıştır. Bu tartışmalar esnasında televizyonlarda tele vole’lere malzeme olan insanların yorumları halka sunularak zinanın özel hayatı ilgilendirdiği, zaten zina sebebi ile boşanmanın mümkün olduğu telkin edildi. Bir takım sivil toplum kuruluşları da edebe aykırı sloganlar ile zinanın suç olmaktan çıkarılmasına destek vermişler ve amaçlarına da ulaşmışlardır. Artık bizim, eşine, çocuklarına ve evine kendini adayan muhterem kadınlarımız kocası zina yaptığında cezai yönden hiçbir şey yapamayacak, kendisine gösterilen tek yol olan boşanma yolunu seçmesi gerekecektir. Toplumsal yapımızda, birçok engel ile karşı karşıya kalan kadının bu durumda dahi boşanma davası açması çok zordur. Eski kanuna göre bu durumda ceza tehdidi ile eşini evine döndürebilen kadın yeni kanun ile kendisi evinden ayrılmak zorunda bırakılmıştır.
Eşler birlikte yaşamak, birbirine sadık kalmak ve yardımcı olmak zorundadırlar. (M.K. 185)
Zina ile ilgili hüküm eşitlik ilkesine aykırılığın giderilmesi amacı ile iptal edilmiş iken hukuki eşitlik tesis edilmek yerine bu mücadele zinanın tümü ile kaldırılması mücadelesine dönüşmüştür. İmam nikâhına karşı çıkanların zinanın suç olmaktan çıkarılmasını istemesi ne kadar samimidir? Zinanın suç olmaktan çıkarılmasına tepki verenler de gerici olarak görülmektedir. Peki, sizlere bir soru zina kötü müdür? Kötüdür. Peki, kötü olan bir şeyin serbest kalması iyi midir? Değildir. Öyle ise kötülüğün karşısında olmak niçin kötü oluyor?
Sonuç: Birinci bölümün sonucu olarak diyebiliriz ki; herkesin yapısına ve ihtiyaçlarına uygun olanın verilmesi adalettir. Aslana et, zürafaya ot verilmesi adalettir. Mutlak eşitlik derseniz o zaman zürafaya döve döve et yedirmemiz gerekir. Bir soru daha, kadınlar ile erkeklere mutlak eşitlik isteyenlerin kaç tanesi emeklilik yaşının eşitlenmesini ister?
2) Uygulamadaki aksaklıklar giderilmeden tek başına hukuki düzenlemeler yapılması yeterli midir?
Hukuki eşitlik adına yapılan düzenlemeler uygulamada ne kadar başarılı oluyor? Bu konuda en önemli husus halkın düzenlemeleri benimsemesi, inanmasıdır. Sonraki adımda uygulayıcıların rolü çok önemlidir.
Birkaç örnek vermek gerekir ise;
Kadınlara çalışma hayatında eşit iş verilmemesi ve eşit davranılmaması: Çalışan kadınların işyerlerinde ayrımcılığa tabi tutulmaması gerekiyor. İş Kanununa göre işveren, cinsiyet veya gebelik nedeniyle doğrudan veya dolaylı olarak farklı işlem yapamaz. Aynı veya eşit değerde bir iş için cinsiyet nedeniyle daha düşük ücret kararlaştırılamaz.
Uygulamada bunlar gerçekleşmemektedir. Kadınlar halen kendilerine uygun görülen öğretmenlik, hemşirelik, memurluk gibi mesleklerde istihdam edilmeye çalışılmaktadır. Kadınlar, bilimsel ve teknik alanda çalışanların % 24’ünü, üst kademe yöneticisi olarak çalışanların % 1’ini oluşturmaktadır. Aynı iş için kadına erkekten daha düşük ücret verilmektedir. Ülkemizde aynı iş için erkeklerden % 25 daha az ücret almaktadırlar. Kendilerini ispat edebilmek için erkeklere göre daha fazla çalışmak ve özveride bulunmak zorundadırlar. Erkekler yönetici, kadınlar ise yardımcı konumunda bulunmaktadır.
BİLKA`nın yaptığı ``Ulusal Medyada Çalışan Kadınların Medyadaki Yeri ve Sorunları`` ile ilgili anket çalışmasında gördük ki; Prezantasyon için kadınlar, yönetim kademeleri için erkekler tercih edilmektedir. Yönetim kademesi açısından erkek egemen bir sektör. Kadının adı yok! Kadın her türlü zorluğa meslek aşkı sebebi ile dayanıyor. Atamalarda kadının cinsiyeti, evli ve çocuk sahibi olması karşısına hep bir engel olarak çıkıyor.
Şiddetin sadece fiziksel şiddet olarak kabul edilmesi: Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunun 2. maddesine göre şiddet “Şiddet: Kişinin, fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik açıdan zarar görmesiyle veya acı çekmesiyle sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel hareketleri, buna yönelik tehdit ve baskıyı ya da özgürlüğün keyfî engellenmesini de içeren, toplumsal, kamusal veya özel alanda meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik, sözlü veya ekonomik her türlü tutum ve davranış” olarak tanımlanmıştır. Bu kanun ile ilk defa hukukumuzda şiddetin tarifi verilmiştir. Ancak halen uygulayıcılar fiziksel şiddetin dışındaki şiddet türlerini şiddet olarak görmemektedirler. Araştırmalar gerek fiziksel şiddet gerekse duygusal şiddet uygulandığında acının beynin aynı bölümü tarafından algılandığını ve aynı acının hissedildiğini ortaya koymuştur.
Birkaç örnek vermek gerekir ise;
Kadının fiziksel şiddete uğradığında polisin gösterdiği tutum ile duygusal şiddete uğradığındaki tutumu çok farklıdır.
Yine ekonomik bir şiddet olarak kadının miras hakkının verilmemesi ve buna karşı verdiği mücadelede ceza yargılamasının kendisini geriye çektiğini bunu hukuk mahkemelerince çözülecek bir sorun olarak gördüğünü üzülerek izlemekteyiz.
Yine iş hayatında sıkça karşılaştığımız mobbinge kadınlar daha çok maruz kalmaktadırlar. Çünkü erkeklerin yanı sıra kadınların kadınlara daha çok mobbing uyguladığını görmekteyiz. Ancak halen TCK`da cinsel taciz ile ilgili düzenleme olmasına, bunun iş hayatında gerçekleşmesi ağırlaştırıcı sebep olarak kabul edilmesine rağmen psikolojik taciz ile ilgili bir düzenleme yoktur.
Eğitim, okuryazarlık: Kadınların, okuma yazma bilen nüfus içindeki payı % 44,2 olarak gerçekleşirken, üniversite mezunu kadınların nüfusa oranı % 3,2’de kalıyor. Her 5 kadından 1’i okuma yazma bilmemektedir. Diğer deyişle 8 milyon kadın okuma-yazma bilmemektedir. Kadınların, mesleki ilerlemeyi sağlayan ileri seviyede öğretime katılımı düşüktür.
Kadının eğitim düzeyinin yüksek oluşu gerek bireysel gerek toplumsal açıdan çok önemlidir. Şiddetin önlenmesinde kadının eğitim düzeyi yükseldikçe şiddetin azaldığını, iş hayatında ise iş bulma imkânının arttığını görmekteyiz. Ayrıca eşitlik çocuk yaşlarda öğretilecek bir olgu olup eğitimli annelerin bu misyonu da yüklenmesi gerekmektedir. Erkek çocuklarının doğumlarından itibaren varsa kız kardeşlerinden önde tutulması yemeğin bile iyi tarafının erkek çocuğa verilmesi dolayısı ile erkeğin zaten ben üstünüm fikrine sahip olması biraz da annelerin ürünüdür.
Sosyal ve siyasi hayat: Ülkemizde; kadınlar sivil toplum örgütlerine % 24, partilere % 13, sendikalara ise % 6 civarında katılım sağlamaktadırlar. İçişleri Bakanlığı Dernekler Daire Başkanlığı’nın verilerine göre ülkemizde herhangi bir derneğe üye erkek sayısı 7 milyon 246 bin 168, kadın sayısı 1 milyon 606 bin 739.
Görüldüğü üzere hukuki düzenlemeler tek başına yeterli olmamakta toplumun bunları benimsemesi gerekmektedir. Öyle ki; kimi zaman bir hukuk kuralı olmamasına rağmen toplumca kabul edilip uygulanan kurallar vardır. Örneğin;
“Trabzon`un Of ilçesinde bağlı Uluağaç köyü ihtiyar heyetince, 14 yıl önce köyde kadınlara yük taşıtılmasının yasaklanması, karara uymayan erkeklere ise para cezası verilmesi kararlaştırılınca, hem bahçe işleri hem de Karadeniz kadınının sarp arazilerde sırtında yük taşıma çilesi bitti.
Uluağaç köyü ihtiyar heyeti 1998 yılında aldığı bir kararla ``küreselleşen dünyada kadının araç olarak kullanılamayacağı`` belirtilerek, kadınlara yük taşıma yasağı getirdi. Köyün karar defterine işlenen ve yasağa uymayan erkeklere para cezası öngören kararın ardından 2004 yılında alınan başka bir kararla köyde kadına kötü muamelede bulunulması da yasaklandı. Bu kararlar üzerine kadınlar, başta ağır yükler olmak üzere zorunlu olmadıkça sırtında yük taşımayınca, yörede kadınının üstlendiği bu çileli iş erkeklere kaldı.”
3) Ne yapmalı?
Evli olsun veya olmasın kadın açısından hukuki eşitlik adı altında mutlak eşitliği istemek kadın aleyhine sonuçları beraberinde getirecektir. Kadın naiftir, duygusaldır, doğurgandır. Fıtrat olarak erkek fiziken güçlüdür ancak kadın da duygusal yönü itibari ile daha güçlüdür. Her iki cinsin bu hususları bir üstünlük olarak görmesinden ziyade bu güçlerini doğru şekilde kullanarak ortak güce ve mutluluğa ulaşma gayretinde olmaya çalışmaları gerekir.
Aileye baktığımızda ise; Anayasaya göre “Ailenin korunması ve çocuk hakları” başlıklı 41. maddesinde:"Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır.” demektedir. Yine ülkemiz tarafından 1948 yılında kabul edilerek iç hukukun bir parçası haline gelen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi`nin 16/3.maddesinde: "Aile, cemiyetin tabii ve temel unsurudur; cemiyet ve Devlet tarafından korunmak hakkını haizdir." hükmü yer almaktadır. Dolayısı ile toplumun temeli olan ailenin mutlak eşitliği sağlamak adına dengelerini sarsmak ailenin ve toplumun yıkımına sebep olacaktır.
Bu mücadele sırf erkeğe karşı bir kazanım elde etmek gayesi için yapılmamalı. Kadının, ailenin, birlik beraberliğin güçlenmesi, pekişmesi, evliliğin-yuva kurmanın-çocuk sahibi olmanın özendirilmesi yönünde bir mücadele olmalıdır. Ülkemizin ihtiyacı olan asıl temel mücadele budur. Bu sağlandıktan sonra sorunlarda azalacak, var olacak sorunlara daha adil çözümler bulunup uygulanacaktır.
Avrupa Birliğine giriş süreci içerisinde yapılan uyum kanunları ile AB kanunları alınmaktadır. Ancak bir toplumun inancına, değerlerine, kültürüne uyum sağlamayan kanunlar kalıcı olamaz. Bu hükümler sadece şekli düzenlemeler olarak Kanunlarımızda yer alacak nihayetinde metrukiyete uğrayacaklardır. Bu Avrupalıların ayakkabı ve elbise kalıplarını Türk insanına uydurmaya çalışmak gibidir, elbiseler uymayacak, ayakkabılar da vuracaktır.
Ülkemizde küçük ama sesi çok çıkan daha doğrusu sesi çıkarılan azınlığın isteği doğrultusunda hukuki düzenlemelere, kadın hakları ile ilgili çalışmalara yön verilemez. Bu düzenlemeler adaleti yaymalı ve halkın genelini memnun etmelidir. Halkın çoğunluğu memnun olmadıktan sonra bazılarının memnun olması bir anlam ifade etmez. Sesi çok çıkan bir azınlığın kızgınlığıysa toplumun rızası içinde kaybolur.
Yapılan düzenlemeler muhakkak milli ve manevi değerlerimizin süzgecinden geçirilmelidir. Uygulama yakinen takip edilip belirlenen aksaklıkların en kısa sürede giderilmesi için gereken hukuki ve sosyal yapı hazırlanmalıdır. “Geriye dönüş yok!” gibi söylemler yanlış ve görecelidir. Çünkü geride dedikleri düzenlemelerde bir zamanların yenisi ve belki de onu ihdas edenlerce en iyisi olarak görülüyordu. Dolayısı ile yürürlükteki hukuki düzenlemelerin de aynı süzgeçten geçirilmesi gerekmektedir.
İnancını doğru öğrenemeyen bir kısım insanımız gelenekleri inanç gibi kabul eder oldu, hatta kabul görmeyen kötü uygulamaları da gelenek diye sürdürmektedir. (Kadının karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etmeyeceksin / Hem severim hem döverim.)