Dünya Görüşünün Çokluğu Neden?
“Dünya görüşü” günümüzde çok kullanılan bir sözcüktür. Çünkü bu sözcük her çeşitten insanın yaşamında ömür boyu etkili olan bir olguyu dile getirmektedir. O, insanın düşünce ve eylemlerine anlam kazandırıp, yön veren bir yaşam biçimidir.
Sanat ve politikada özellikle etkili olan bu sözcüğün kavram olarak neyi gösterdiği, böylece üzerinde durulmaya değer bir konudur,
Adının da deyimlediği gibi dünya görüşü dünya ve yaşamla ilgili bir görüştür. Burada cevaplandırılamaya çalışılan soru “Dünya neden ve niçin vardır” gibi yaşamın anlamına ilişkin yüksek bir sorudur.
Anlam sorunu değer sorunu olduğuna göre, dünya görüşü en yüksek değer açısından dünya ve yaşam karşısında düşünsel ve eylemsel olarak bir tavır koyma, bir tutum alma demektir.
Gerçi dünya görüşünün oluşmasında, önce dünyanın ve tümüyle varlığın niteliğine ilişkin bilimsel ve metafizik bir bilgi ön koşuldur, fakat onun sorunu insanın can sorunu olan anlam sorunudur; insan kendine ve dünyaya bir anlam vermeden yaşayamaz. Anlam sorunu ise, biraz önce de deyimlendiği gibi, değerlerle ilgili bir sorundur: değerler de akli ( rasyonel ) bir bilgi ile değil daha çok derin duygu (emosyon) ile kavranır. Bir manzarayı ya da yağlı boya bir tabloyu niçin beğenip beğenmediğimizi akılla açıklayamayız; bu gibi durumlarda olumsuz değer yargısına varanın çelişkiye düştüğü söylenemez.
İşte hakikatin tek olmasına karşılık, birden çok dünya görüşünün varlığı ve hiç birinin ölüme mahkûm edilemeyeceğinin nedeni burada yatmakta, onun yapısal niteliğinden ileri gelmektedir; çünkü onun temelinde akıl ve duygu yanı ile birlikte tamamen gerçek bir insan vardır.
İnsan yalnız akla değil aynı zamanda duyguya sahip bir varlıktır. Nedir ki, bir yanlış anlamadan kaçınmak için sözü edilen bu duygunun duyusallık ( hassasiyet ) anlamında, etki - tepki ilişkisindeki, herhangi nesnel bir ölçüsü olmayan, gelip geçici psikolojik bir duyum ve duyumsama olmadığı hemen belirtilmelidir.
Değer yargılarını oluşturan değer yaşantıları insanın bir keyif durumunu dile getirmez; aksine bir hakikat savı (iddiası) ile ortaya atılır, böyle olmakla da insana bir kıvanç duygusu aşılar, bir onur kazandırır.
Buna karşın yine de trajik olan şudur ki, akıl ve duygunun birlikte iş görmesi ile oluşan ve değerleri algılama organı dediğimiz geniş anlamda vicdan, herkeste aynı ölçüde gelişmemiştir, gelişmemektedir.
İnsan çok kez bir değeri algıladığında kendini ona kaptırıyor ve yaşamında yalnız onun peşinde koşup diğer değerlere “hayır!” diyebiliyor.
Psikolojide saptanan değişik insan tipleri bu olgudan kaynaklanmaktadır: Yalnızca beden ve sağlığı, bedensel güç ve güzelliği en üstün değer olarak kabul eden, bu yüzden sporu ve oyunları adeta kutsallaştıran vital insan; para ve yararlı maddi şeyleri baş tacı yapan ekonomik insan; tek başına güzellik değerine önem veren estetik insan; ahlâkı yalnızca bir ödev duygusu olarak algılayan, bu arada yaşama canlılık getiren diğer duyguları bastırmaya çalışan etik insan yaşamda karşılaşılan belli başlı değişik tiplerden bir kaçıdır.
Bu arada insanın değer yaşantısına dayanmakla çok değişik tipleri yaratan dünya görüşünün kolayca ideolojiye dönüşebileceği ve böylece insan ve insanlık için büyük tehlike içerdiği gözden kaçırılmamalıdır.
Gerçekte değer yargılarına nesnellik kazandıran onlara hakikat tan pay alma olanağını sağlayan psikolojik yanımızdaki duygu değil, tinsel yanımızdaki derin duygudur; fakat yine de bu duygu bireyi birey yapan, onu diğerlerinden ayıran duyusal yanımızın büyük ölçüde etkisi altındadır.
Bu yüzdendir ki, dünya görüşü kolayca kesin bir inanca ya da kesin bir inanmamaya(inançsızlığa) dönüşebilmektedir.
Bu durumdaki bir kimseye ideolog denilir. O, biricik olarak kabul ettiği görüşünü bütün insanlara zorla benimsetmek, dünyaya kendi düş ve düşüncelerine göre bir yön vermek ister.
Aslında onun bilgisi ciddi bir araştırmaya dayanmaz. İnancının kesinliği çok az şey bilmesinden, hatta bildiklerini anlamamış olmasından kaynaklanır.
İnsan en az bildiği ve anlamadığı şeye en çok inanır. Anladığı şeyde bir hikmet, bir güç bulamaz; anladığı ve gerçekten bildiği ve anladığı bir şey için hiç kimse diri diri yanmayı göze alamaz.
İdeologun ahlâki açıdan zayıflığı ise, kendini aldatması ve doğruluktan ayrılmasıdır. NİETZSCHE’ nin “Yalancı, bildiğine aykırı konuşan değil yalnız, asıl bilmediğine aykırı konuşandır” biçimindeki sözü bu hakikati dile getirmektedir.
Daha da korkunç olanı ise, her ideolojinin başka ideolojiyi savunanları düşman görmesidir. Çünkü o nefret duygusu ile beslenir. Duyusal yaşamda sevgi kadar güçlü bir duygu olan nefret kendini doyurabilmek için mevcut olmayan bir düşmanı bile yaratabilir.
Ama bütün bunlara karşın dünya görüşünden vazgeçilemez, buna olanak yoktur. Çünkü bilmek, bilgi edinmek insanı insan yapan bir özelliğidir. Bu nedenle onun bilme iradesine herhangi bir sınır konulamaz, bilmediğini, bilemeyeceğini bilmek de bir bilgidir. O, bir insan olarak asıl “nereden ve niçin bu dünyaya geldiğini “ bilmek ister.
Üstelik dünya görüşünden vazgeçmenin gereği de yoktur; çünkü bilim ve felsefe yolu ile ideoloji kritiği yaparak hakikate daha yakın bir dünya görüşüne ulaşılabilir.
İdeolojinin yıkıcı etkilerinden kurtulmanın yolu ise, her görüşe kendini savunabilme fırsatının verilmesinden geçer. Her görüşe kendini deyimleme olanağının sağlanması, insana saygının gereği olmakla kendi görüşümüzü yaymanın da haklılığına ve meşruiyetine zemin hazırlar.
Böylece değişik dünya görüşlerine sahip kimselere, aynı zamanda topluluk ve toplumlara insanca, barış içinde yaşamaları olanağı sağlanmış olur.
Sanat ve politikada özellikle etkili olan bu sözcüğün kavram olarak neyi gösterdiği, böylece üzerinde durulmaya değer bir konudur,
Adının da deyimlediği gibi dünya görüşü dünya ve yaşamla ilgili bir görüştür. Burada cevaplandırılamaya çalışılan soru “Dünya neden ve niçin vardır” gibi yaşamın anlamına ilişkin yüksek bir sorudur.
Anlam sorunu değer sorunu olduğuna göre, dünya görüşü en yüksek değer açısından dünya ve yaşam karşısında düşünsel ve eylemsel olarak bir tavır koyma, bir tutum alma demektir.
Gerçi dünya görüşünün oluşmasında, önce dünyanın ve tümüyle varlığın niteliğine ilişkin bilimsel ve metafizik bir bilgi ön koşuldur, fakat onun sorunu insanın can sorunu olan anlam sorunudur; insan kendine ve dünyaya bir anlam vermeden yaşayamaz. Anlam sorunu ise, biraz önce de deyimlendiği gibi, değerlerle ilgili bir sorundur: değerler de akli ( rasyonel ) bir bilgi ile değil daha çok derin duygu (emosyon) ile kavranır. Bir manzarayı ya da yağlı boya bir tabloyu niçin beğenip beğenmediğimizi akılla açıklayamayız; bu gibi durumlarda olumsuz değer yargısına varanın çelişkiye düştüğü söylenemez.
İşte hakikatin tek olmasına karşılık, birden çok dünya görüşünün varlığı ve hiç birinin ölüme mahkûm edilemeyeceğinin nedeni burada yatmakta, onun yapısal niteliğinden ileri gelmektedir; çünkü onun temelinde akıl ve duygu yanı ile birlikte tamamen gerçek bir insan vardır.
İnsan yalnız akla değil aynı zamanda duyguya sahip bir varlıktır. Nedir ki, bir yanlış anlamadan kaçınmak için sözü edilen bu duygunun duyusallık ( hassasiyet ) anlamında, etki - tepki ilişkisindeki, herhangi nesnel bir ölçüsü olmayan, gelip geçici psikolojik bir duyum ve duyumsama olmadığı hemen belirtilmelidir.
Değer yargılarını oluşturan değer yaşantıları insanın bir keyif durumunu dile getirmez; aksine bir hakikat savı (iddiası) ile ortaya atılır, böyle olmakla da insana bir kıvanç duygusu aşılar, bir onur kazandırır.
Buna karşın yine de trajik olan şudur ki, akıl ve duygunun birlikte iş görmesi ile oluşan ve değerleri algılama organı dediğimiz geniş anlamda vicdan, herkeste aynı ölçüde gelişmemiştir, gelişmemektedir.
İnsan çok kez bir değeri algıladığında kendini ona kaptırıyor ve yaşamında yalnız onun peşinde koşup diğer değerlere “hayır!” diyebiliyor.
Psikolojide saptanan değişik insan tipleri bu olgudan kaynaklanmaktadır: Yalnızca beden ve sağlığı, bedensel güç ve güzelliği en üstün değer olarak kabul eden, bu yüzden sporu ve oyunları adeta kutsallaştıran vital insan; para ve yararlı maddi şeyleri baş tacı yapan ekonomik insan; tek başına güzellik değerine önem veren estetik insan; ahlâkı yalnızca bir ödev duygusu olarak algılayan, bu arada yaşama canlılık getiren diğer duyguları bastırmaya çalışan etik insan yaşamda karşılaşılan belli başlı değişik tiplerden bir kaçıdır.
Bu arada insanın değer yaşantısına dayanmakla çok değişik tipleri yaratan dünya görüşünün kolayca ideolojiye dönüşebileceği ve böylece insan ve insanlık için büyük tehlike içerdiği gözden kaçırılmamalıdır.
Gerçekte değer yargılarına nesnellik kazandıran onlara hakikat tan pay alma olanağını sağlayan psikolojik yanımızdaki duygu değil, tinsel yanımızdaki derin duygudur; fakat yine de bu duygu bireyi birey yapan, onu diğerlerinden ayıran duyusal yanımızın büyük ölçüde etkisi altındadır.
Bu yüzdendir ki, dünya görüşü kolayca kesin bir inanca ya da kesin bir inanmamaya(inançsızlığa) dönüşebilmektedir.
Bu durumdaki bir kimseye ideolog denilir. O, biricik olarak kabul ettiği görüşünü bütün insanlara zorla benimsetmek, dünyaya kendi düş ve düşüncelerine göre bir yön vermek ister.
Aslında onun bilgisi ciddi bir araştırmaya dayanmaz. İnancının kesinliği çok az şey bilmesinden, hatta bildiklerini anlamamış olmasından kaynaklanır.
İnsan en az bildiği ve anlamadığı şeye en çok inanır. Anladığı şeyde bir hikmet, bir güç bulamaz; anladığı ve gerçekten bildiği ve anladığı bir şey için hiç kimse diri diri yanmayı göze alamaz.
İdeologun ahlâki açıdan zayıflığı ise, kendini aldatması ve doğruluktan ayrılmasıdır. NİETZSCHE’ nin “Yalancı, bildiğine aykırı konuşan değil yalnız, asıl bilmediğine aykırı konuşandır” biçimindeki sözü bu hakikati dile getirmektedir.
Daha da korkunç olanı ise, her ideolojinin başka ideolojiyi savunanları düşman görmesidir. Çünkü o nefret duygusu ile beslenir. Duyusal yaşamda sevgi kadar güçlü bir duygu olan nefret kendini doyurabilmek için mevcut olmayan bir düşmanı bile yaratabilir.
Ama bütün bunlara karşın dünya görüşünden vazgeçilemez, buna olanak yoktur. Çünkü bilmek, bilgi edinmek insanı insan yapan bir özelliğidir. Bu nedenle onun bilme iradesine herhangi bir sınır konulamaz, bilmediğini, bilemeyeceğini bilmek de bir bilgidir. O, bir insan olarak asıl “nereden ve niçin bu dünyaya geldiğini “ bilmek ister.
Üstelik dünya görüşünden vazgeçmenin gereği de yoktur; çünkü bilim ve felsefe yolu ile ideoloji kritiği yaparak hakikate daha yakın bir dünya görüşüne ulaşılabilir.
İdeolojinin yıkıcı etkilerinden kurtulmanın yolu ise, her görüşe kendini savunabilme fırsatının verilmesinden geçer. Her görüşe kendini deyimleme olanağının sağlanması, insana saygının gereği olmakla kendi görüşümüzü yaymanın da haklılığına ve meşruiyetine zemin hazırlar.
Böylece değişik dünya görüşlerine sahip kimselere, aynı zamanda topluluk ve toplumlara insanca, barış içinde yaşamaları olanağı sağlanmış olur.