Gençliğe Uzanan Kurtuluş Eli: Ömer Miraç Yaman
Din dilimizi sorgulayacağımız günlerdeyiz ey dostlar. Evrensel, kuşatan, dirilten nefesler gibi hayat bahşeden İslam’ı nasıl anlattığımıza değil artık, nasıl yaşadığımıza bakmamız gerekiyor.
Artık seminerin son derslerindeyiz. Hoca hiç acımadan arka arkaya kayıtları gösteriyor. Neredeyse duvarı kaplayan ekrandan haykırıyor perişan vaziyette, yüzü gözü karmakarışık, üstü başı dökülen genç: “Kurtarın bizi abi kurtarın! Bizi kurtarın abi ölüyoruz biz. Ne olur bu bataklıktan bizi kurtarın!”
Bir film fragmanı gibi akan görüntü donduruyor yüreklerimizi. Çocuğun iç parçalayan seslenişi, inler gibi ağlayarak feryadı gerçek oysa. Evet, gerçek ve derin yaralara dökülen kezzap acısı gibi dağlanıyor yüreklerimiz. Hoca: “Bu genci birkaç ay sonra kaybettik. Antalya sokaklarında ölüsü bulundu” diyor. Donup kalıyoruz. Boğazımız düğüm düğüm. Sessiz ağlayanlar oluyor. Kaybolan, akıp giden, ellerden, evlerden, yüreklerden, hanelerden, annelerden, babalardan ve toplumdan ölümün kucağına acılar içinde, akıp giden gençlerimiz de var oysa anlıyoruz o zaman…
Sonraki fragmana çıkan genci görünce birden neye uğradığımızı şaşırıyoruz aslında, donup kalıyoruz ama gözlerimizi de ekrandan alamıyoruz. Dudakları koyu kırımız rujlu, gözlerine derin sürmeler çekilmiş, uzun kirpikleri gür kaşlarına doğru arsızca uzanmış, siyah saçları kısa ama kulak memelerinin altından zülüfler halinde kalın boynuna doğru akıyor. Ve genç olabildiğince incelttiği ağdalaşmış sesiyle konuşuyor yılışık bir lisanla. Babasını, ailesini, kendisini anlatıyor. Ona verilen tepkileri bir ironi sarmalıyla aktarma derdinde. Ama o anlattıkça içimde depremler oluyor ve gözyaşlarıma hâkim olamıyorum. Gencin gülen yağlı dudaklarından ziyade gözlerindeki acının tonlarının kat kat gizlendiği bakışlarına düğümlü gözlerim. Bir tuhaf oluyorum, yüreğimde depremler. Fıtratın bozulması, kimliğin iğfal edilmesi, böylesine yakışıklı, alımlı, gürbüz, koç gibi bir delikanlının ah bu hali. Nasıl da yakıyor yüreğimi. Bir girdapta, derin, çaresiz bir girdapta boğulur gibi oluyorum ve ailesini düşünüyorum. Yaralı yürekli annesini, babasın, kimlik bunalımları ile uçurumun kenarına gelmiş ve cinsellik noktasında yaptığı tercihle çıkmazlara girmiş, toplum tarafından aşağılanır hale gelmiş gencin içindeki çaresiz durumu düşünüyorum.
Son öykü kitabında Leyla adlı kötü yola düşmüş kahramanı anlatırken usta öykücü, Cemal Şakar; “Bu durumları yazıyorum çünkü kötü yola düşmüş, yanlış yollara sapmış her gençten toplum olarak birey olarak, her birimizin mesul olduğumuzu düşünüyorum” demişti bir konuşmasında ve anlamlı bir halde; “Kim bilir ailesi kızları doğduğunda adını kulağına okurken sonu böyle olsun istememişlerdir muhtemelen” diye sözlerine devam etmişti bir konuşmasında. Evet, bu ağır ve yıpratan, yürek yakan mesuliyet hepimizin omuzlarında oysa bunu ötelemiş, bu gençleri görmemeye çalışsak da.
Taksim’in, arka sokaklarında yitirilen gençler
Gözlerinde derin sürmeler olan, kıvrık kirpikleri, koyu siyah gözleri ile dehşet uyandıran bir görüntü ile dünyamızı darmadağın eden bu gencin de babası kulağına mutlaka, koç gibi bir yiğit delikanlı olsun diye okumuştu adını ezanla... Annesi belki de benim aslan oğlum, benim yiğit oğlum diye sevmişti. Şimdi gözlerimden sicim gibi yaşlar akarken, gençliğim eyvah diyorum. Taksim’in, arka sokaklarında zengin alabildiğine zengin sapkın beden tüccarlarının ellerinde oyuncak olmuş bu kenar mahalle çocukları akıyorlar biz evimizin sakin köşelerinde, öylece uyuşmuş halde sıcak çaylarımızı yudumlarken, o kirli, o bulanık, o kara günlerin içine doğru… Kim bilir hangi acımasız, vicdansız bu gençlerin dünyasını yıktı, kim bilir hangi sapkın bu gençlerin en mahremine tacizle uzandı haberimiz var mı ey dostlar! Her zaman günaha değil de günahkâra odaklandık. Sorguladık, suçladık ve kaybettik. Oysa günahları silen, affeden, bağışlayan bir Rabbimiz var bizim. Ama bizler kraldan daha kralcı olarak hep yargıladık, hep sorguladık, hep suçladık. Hep davranışı sorgulayacağımıza, kişiye odaklandık. Oysa kalpleri evirip çeviren Rabbimiz vardı bizim. Mukallibel Kulûb olan, kalplerde inkılaplar meydana getiren, döndüren, çeviren, hidayet veren Rabbimiz vardı bizim. “Allahümme ya mukallibel kulûb, sebbit kalbî ala dînike: Ey kalbleri hâlden hâle çeviren Allahım, kalbimi dînin üzere sâbit kıl. Böyle mübarek dualarla yöneldik kalbimizin sahibine…
Zaman geçti, zorlandık ama görüntüyü de kurtardık işte… Her şey tamam zannettik görüntüyü kurtarınca. Hani Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen, cevizin hepsini kabuk zanneder hesabı. Kabuğu hallettik. Örttük. Ama örtülmüyor işte. Her şeyi açık açık yazamıyorum. Yazamıyorum işte yüreğim, içim acıyor dostlar. O arka sokaklarda, köprü altlarında, biz rahat yataklarımızda uyurken, oluyor ne oluyorsa. Ekran başında, sosyal medyada uyuşmuş bedenlerimiz ve yüreklerimizle öylece soluklanırken genç kızlar köprü altlarında, birkaç bonzaiye, biraz kokaine bedenlerini satıyorlar. Sonra sabah hiçbir şey olmamış gibi okullarına gidiyorlar. Her şey tamam. Ama gözlerinin altındaki morlukları, yüreklerinde deveran eden acıların derecelerini kimseler bilmiyor. Öğretmenler o acılı yüzlere ve yüreklere inemiyorlar. Anne babalar ellerinden kayıp giden çocuklarının yaşadıklarının farkında olamıyorlar.
Şimdi dostlar bu çocukların yüreklerine inen, bu çocukları anlamaya çalışan, onların dertlerine derman olmaya çalışan bir güzel insan tanıdım. Ve onun seminerleri ile bambaşka bir bakış açısı ile bakar oldum diyebilirim… Seminerin adı: “Gençleri ve Gençlik Dönemini Anlama Sanatı”. Ve bambaşka ufaklar açan, nice gence uçurumun kenarında el uzatan bu değerli kardeşimiz, eğitimci sosyolog Doç. Dr. İstanbul Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü Öğretim Üyesi Ömer Miraç Yaman’dır.
“Çocukları din yorgunu yaptık”
“Doç. Dr. Ömer Miraç Yaman ile bağımlılık ve gençlik sorunları üzerine konuşurken konu kendimize geldi. Apaçi Gençlik kitabının yazarıydı, riskli gruptaki, toplumun kenarındaki gençlerle ilgileniyordu. Anlattıklarından etkilenmemek mümkün değildi; teorilerden değil somut hayatlardan söz ediyordu.” diye Ömer Miraç Yaman Hoca’dan bahsediyordu Ayşe Böhürler bir yazısında ve çocukları din yorgunu yaptık kavramını ilk Yaman’dan duyduğunu belirtiyordu.
Apaçi Gençlik kitabı ile dikkatleri üzerine çeken Yaman’ın pek çok makalesi ve yine kitap çalışmaları bulunmakta. Ve gerçekten çözüm üreten seminerlerine devam etmekte. Seminerlerinden bazılarının başlıkları şöyle: “Birey ve Ailelerle Sosyal Hizmet”, “Madde Bağımlılığı ve Sosyal Hizmet”, “Karşılaştırılmalı Gençlik Politikaları”.
Ben bunlardan, “Gençleri ve Gençlik Dönemini Anlama Sanatı” konulu seminere geçen yaz başı gittim. Ama bu yazıyı yazmam bu zamana kısmet imiş. Evet, acıların duyumsanan acıların soğuması gerekiyormuş. Gençliğimizin avuçlarımızdan kayıp giderken duyduğumuz o dehşet uyandıran ve her anne yüreğinde her baba yüreğinde fırtınalarla delip geçen acının soğuması gerekiyormuş.
Şimdi ekranlarda, sosyal medyada hocalar kapışıyorlar. Herkes kendi haklılığını savunuyor. Ama geçip gidiyor hayat hızla. Gençler akıp gidiyorlar elimizden. Ah ne zor ne zor söylemek ama ulaşamıyoruz gençlerimize. Artık bu didişme bitmeli, barış, esenlik, kurtuluş dini olan benim güzel dinim nasıl anlatılacak nasıl diye düşünmeliyiz oysa. Hatta anlatmayı bitirip yaşamalı güven duymalarını sağlamalıyız diye düşünmekteyim…
Kavgalar içindeyiz, bitmek dinmek bilmeyen hezeyanlarla oluk oluk akıyor ekranlardan şiddet dili. Oysa Efendimiz, Hira’dan indiğinde, titreyen mübarek sesiyle, o yürekleri eriten duruşu ve kavi imanıyla seslenmişti eşine. Eşi ona güvenmişti. Evet güvenmişti. Efendimiz Hira’dan indiğinde o kutlu haberi getirdiğinde, muştulu seslenişlerle titrediğinde, “Beni örtün, beni örtün” diye sancılı seslenişlerle inler gibi adeta heyecandan eridiğinde elinde hiçbir şey yoktu anlattıkları ve hissettiklerinden gayrı. Kendisi dahi daha anlamamıştı başına geleni. Ama yâreni vardı, seveni, ona güvenen biricik Hz. Hatice’si (r. anha). Ve güvenmişti Efendimize. “Sen müjdelenensin” demişti. Onu tasdik etmişmiş, Onun getirdiğine iman etmişti. Çünkü O’na güvenmişti.
Güven telkin eden yaşantısı vardı Efendimizin, kuşatan, bağışlayan, esirgeyen duruşu. O hep merhamet abidesi, adalet abidesi, esenlik abidesi gibi dimdik kavi imanıyla şirk bataklığına gömülmüş cahiliyede dirilten bir nefes olmuştu. Ve O’na herkes güvenmişti. Çünkü o Peygamber olmadan önce Muhammdü’l-Emin’di. Güven verendi. Emin olunandı. Esenlik bağışlayandı.
Ve inandığı uğruna yola çıktığında, Rabbine yol bulup yürüdüğünde, Resul olarak önder olduğunda, arkasından yürüdüler, akrabaları, şirk bataklığında çırpınan Mekke’nin yoksulları, zenginleri, çöl bedevileri hem de hiç tereddüt etmeden. Çünkü o Muhammedü’l-Emin’di. O güven verendi. Güvenilir olandı.
İlk namaz heyecanı
İlk defa Nevmekandayım Üsküdar’dayım. İkindi namazını yetiştirmek için mescide iniyorum. Muhteşem bir ortam, kitap kokusu çay kokusuna karışmış. Öğrenciler tıklım tıklım ders çalışıyorlar. Mescitte, iki genç kız namaza niyetlenmeye çalışıyorlar. Acemice örtüsünden, tırnaklarının kenarında bir çizgi gibi silinmesine rağmen kalmış oje kalıntılarından anlıyorum kızımızın ilk namazı. Arkadaşı tarif ediyor şefkatle ve yumuşak bir sesle. Birden gözlerim doluyor. Kıldığım ilk namazlarımı hatırlıyorum, acemi örtünmemi, arayışlarımı, ne kadar muhtaç olduğumu hidayet yolunda yol olacak olanlara. Gözlerim doluyor ve tüm evlatlara duaya duruyorum. Belki de hayatında Allah’a ilk defa secde eden bir yavru ile buluşmanın buruk sevincini yaşıyorum ve “Rabbim evlatlarımızı hayırlı insanlarla karşılaştır, hayırlarla buluştur” diye dua ediyorum. Hamdolsun gürül gürül akıp gelen tertemiz bir gençliğimiz de var. Görüyorum onları şadırvanlarda, toplu halde namaz kılarken, kitap okurken, tartışırken ve hakikati arama telaşı ile modern zamanlarda mücadele ederken görüyorum onları ve göneniyor yüreğim onların varlığından.
Biz neyi kaybettik diye dönüp bakalım. Elimizden kayıp giden gençliğimize öylece bakalım. Bize güveniyorlar mı diye. Din dilimizi sorgulayacağımız günlerdeyiz ey dostlar. Evrensel, kuşatan, dirilten nefesler gibi hayat bahşeden İslam’ı nasıl anlattığımıza değil artık, nasıl yaşadığımıza bakmamız gerekiyor. Gençliği anlamamız gerekiyor. Ömer Miraç Hoca gibi hocalarımızın sayılarının artması gerekiyor. Bu kayıp giden yüreklere inmemiz gerekiyor.
Çok geç olmadan artık, evlerimizdeki, okullarımızdaki, sokaklarımızdaki, mahallemizdeki ve topraklarımızdaki gençliğimize sahip çıkmanın derdine düşelim dostlar. Şefkatli bir anne iken teyze olalım, abla olalım, kuşatan bir baba, sahiplenen bir öğretmen, babacan bir patron, kalender bir arkadaş olalım gençlerimize. Ve artık anlatmayalım, yaşayalım. Yaşayalım ki bizlere güvensinler. Bizleri sevsinler. Ve vesileler olmak için çırpınalım, affedelim, sevelim, onlara kucak açalım, yaralarını saralım. Çünkü hepsi bizim evlatlarımız. Bizim geleceğimiz onlar, bu toprağın bağrında filizlenen körpeler onlar.
Çok geç olmadan gençliğim eyvah demeden yol olalım, çare olalım, derman olalım dostlar…