Ömrün Dört Mevsimi

Ömrün Dört Mevsimi
Ömrün Dört Mevsimi

İnsan yaşadığı her anın tanığıdır. Dün yolda, annesinin elini bırakıp koşmak isteyen küçük bir çocuğun kaldırımdan düşüş anına tanık oldum. Çocuğun dizleri yaralı, gözleri yaşlıydı. Anne üzgün ve telaşlıydı. Bir çocuğa bunların söylenemeyeceğini bilsem de içimden ona seslenip, şunları söylemek geçti: Büyüyünce de düşeceksin, yaralanacaksın, ruhun kanayacak... Her düşüşünde ayağa kalkmayı ve daha güçlü adımlarla yürümeye devam etmen gerektiğini öğreneceksin. Her yaralanışında, merheminin yaranda gizli olduğunu anlayacak, zamanla yaralarını sevecek ve sevdikçe bileceksin. Ruhunun her kanayışında kanamalarının sabır ve şükür ile yavaş yavaş dindiğini göreceksin. Hüznü dışlayıp, sevince kucak açanlar hayattan lezzet alamazlar. Nasıl ki bu kadar gözyaşından sonra annenin kucağında yeniden gülümseyebildiysen, hüznün ve sevincin aslında aynı tablonun ayrılmaz bir parçası olduğunu ve aynı ressamın fırçasından döküldüğünü anlayacaksın. Hayat resme bakıp ressamı kavrama sanatıdır. Resmin sadece bir kısmına bakarak ressamı kavrayabilir misin?

Bu sorunun cevabı acısıyla ve tatlısıyla yudumlayarak tecrübe edilen bir hayatın içinde gizli. Yıllar sonra çocuğun, kendi cümleleri ile bu soruya verdiği cevabı duymak isterdim. Elbette ki; susma hakkını kullanma özgürlüğü de var… Bir tanıklık anına gölgeleri düşen çocuk ve annesi nereye gitti, bilmiyorum. Ben şimdi bu gölgede soluklanarak aynı soruyu kendimize soralım, aynayı kendimize tutma cesaretini bir kez olsun gösterelim istiyorum.

İnsan ömrü mevsimler gibidir. Hepimizin ömründe karlı, güneşli, yağmurlu, bulutlu, sisli günler olmadı mı? Bazen kış gibi soğuktu günlerimiz, bazen yaz gibi sıcak… Bazen sonbahar gibi hüzünlüydük, bazen ilkbahar gibi neşeli… Dört mevsimin içimizde aynı anda yaşadığı günlerimiz de oldu. Bir mevsimin aylarca bizi terk etmediği zamanlarımız da…

Ömrümüzün en karlı günlerinde bize tebessüm eden bir kış güneşi vardı. Kış güneşi kışın yüzündeki bahar tebessümüydü. Ama, çoğumuz bu güneşin hakikatini kavrayamadık. Halil Cibran haklıydı: “Eğer kış içimde baharı gizliyorum deseydi ona kim inanırdı?” İtiraf edelim, ömrümüzün karlı günlerinde kışın bu söylediğine inanmadık. Biraz olsun kalbimizle bakmayı bilseydik bu günlere, ruhumuz bahardan çiçekler toplardı.

Ömrümüzün en kurak günlerinde bizi arayan bir su vardı. Bu suyun varlığını hissetseydik susuzluktan bu kadar şikâyet eder miydik? Yaşadığımız susuzluk suyun hakikatini anlamamız içindi. Su en iyi susuzluğun lisanı ile okunabilirdi. Susuz kalana ikram edilen soğuk zemzem tadındaydı sinede çiseleyen inşirah. Kalbimizle okumayı bilseydik sıkıntılı anlarımızda yazılanları, içimizde manevi rüzgârlar eser, yaz yağmuru sinemizde çiselerdi.

Ömrümüzün sonbaharı anımsatan hüzünlü günlerinde, gökyüzünde bize ilkbaharı müjdeleyen bir ezgi çalardı. Yeryüzünü dinlemekten işitmez olduğu için kulaklarımız, çoğumuz gökyüzünün bu ezgisini duyamadık. Aydınlık, en iyi karanlığın lisanı ile anlaşılabilirdi. Kalbimizle dinlemeyi bilseydik karanlığın çöktüğü anlarda çalan bu ezgiyi, içimiz aydınlanır, gözlerimiz etrafa ışık saçardı.

İnsanoğlu hep hüznü dışlayıp, tebessüme kucak açtı. Oysa ömür duvarına asılı en güzel tablolardan biriydi hüznün ve sevincin dansı… Bu tabloda insanın gözleri sonbaharı yüzü ise ilkbaharı yansıtırdı. Tebessüm kalpteki hüznün tesettürüydü. Hüznün kıymetini bilen, onu tebessüm ile setredebilen kalp ne kadar da asildi… Bu tablonun adı ömrün dört mevsimiydi…