Teknolojik Yalnızlık ve Üşüyen Ruhlarımız
O demler… Bir mangalın etrafında çoluk–çocuk, dede-nine-torun bir battaniye altına girerek çevrelenir, duyulmamış efsaneler, kömür ateşinin sıcaklığında hafızalara nakşolunurdu. Her gece başka dünyaların kahramanları olarak, bambaşka âlemlere yelken açılır, cefakâr mangalın üzerinde keyifle pişirilen kahveler aile büyüklerine ikram edilir, pestiller, cevizli sucuklar, yemişler, fındıklar, cılız bir mum ışığının ya da gaz ocağının aydınlattığı soğuk kış gecelerinde büyük bir keyifle yenilirdi.
Semaverde kaynayan çayların fokurtusu ile uzun kış geceleri, bütün ailenin bir arada toplandığı keyifli bayram geceleri tadında yaşanırken, dışarıdaki soğuğa inat, içeride bütün ruhlar sımsıcak gülen yüzleri ısıtırdı… Kim bilir belki de sırf bu yüzdendi küçüklerin büyükleri yanında “büyük insan” vakarıyla sessiz ve edepli oluşu. Bu yüzden söylenmiş olabilirdi belki “Sus küçüğün, söz büyüğün” diye…
Ve belki de sırf bu yüzdendi komşunu bir vakit çarşıda, camide, kapıda, pencerede görmeyenin hemen gidip kapıyı tıklatması, hal hatır sorması, ihtiyacını karşılaması…
O demler… Hayatın daha basit ama daha anlamlı olduğu…
O demler kaygıların ve sorunların daha gerçekçi ve el birliği ile çözüldüğü…
Çok değil aslında çeyrek asır öncesinden bahsediyorum.. . Hayatımıza konfor ve kolaylık getirmesini umduğumuz “teknoloji” ile bu kadar içli dışlı olmadığımız dönemlerden… O ilk tanışma anlarını düşündüğümüzde teknoloji adlı bu yeni fenomen adeta bir can simidi girmişti hayatımıza… Ampullerin evi ışıl ışıl aydınlatması, sobaların odaları sımsıcak ısıtması cennetten sunulmuş bir armağan gibiydi ilk başlarda. Ardından ajansın sabırsızlıkla başladığı radyo günleri geldi… Ve bir gün de insanoğlu “Radyonun resimlisi ile tanıştı”… Tabi o günlerde, tek eğlencesi sinema ve tiyatro olan halk ilk kez bireyselleşmeye “Televizyon” ile başlayacağının farkında değildi…
Evet önceleri kendisi siyah beyaz olan ancak hayatımıza büyük renk katan o kara kutu etrafında yine tüm aile bir aradaydı… Hatta artık komşular her akşam televizyonu olan ailelere dost ziyaretlerini sıklaştırmıştı. Ancak artık “Sus herkesin, söz televizyonun” olmuştu… Büyükler artık konuşmuyor, hikâyelerini anlatmıyor, modern hikâyeleri beyaz ekrandan izlemeyi tercih ediyordu. Ve o hikâyeler bizden, kendimizden çok uzaktı.
Mesela Amerika’nın Dallas yöresinden yepyeni bir kültür ile tanışıyordu Türk toplumu. Tek gözlü ejderhaları yenen kahramanlarımız, artık Şahin Tepeleri’nde üretilen şarapların içildiği, afro model saçlı kadınların tek dertlerinin bir erkeği elde etmek ya da elde tutmak olduğu, ailenin en yaşlısının miras bırakacak bir yatırım aracı olarak görüldüğü o hikâyelerdeki kahramanlara yeniliyordu… Yan binadaki komşusunun yardıma muhtaç olup olmadığından habersiz yurdum insanının en büyük derdi baronların çiftliklerinde ezilen kölelerdi. Ve artık her genç kızın kalbinde bir Boby Yuying, her erkeğin rüyalarında bir Louise vardı…
Seksenlerden sonra ülkemizde yaşanan büyük acıları unutma çabasına ve olanları yok sayma gayretine düşen Türk toplumu, en büyük toplumsal yarayı “apolitik gençlik” yetiştirerek alacağının da henüz farkında değildi. Doksanlara gelindiğinde ise; literatüre yeni bir kelime yerleşiyordu: post-modernizm.
Seksenli yıllarda askeri amaçla ülkemize giren internet sistemi ve kişisel bilgisayarlar, 90’lı yıllarda öncelikle iletişim sektöründe (basın-yayın) ve üniversitelerle hayatımıza girecek 90’lı yılların sonunda ise artık internet bir çılgınlık halinde dalga dalga yayılarak her evin mahremiyetine göz dikecekti…
68’den beri egemenliğini ilan eden ve bir evin hemen her odasını tek hücreli mahzenlere dönüştüren televizyon bir ileti aracı olarak çok masum kalacak; iletişim devrimini yapan internet ise artık ceplerde gezinerek mobilize mahzenleri kuracaktı…
Cep telefonları, telekomünikasyon ağları, bilgisayarlar ve internet sistemi ruhumuzu artık çoktan istila etmişti. Milenyum çağında nefes alan her faninin nur topu gibi Facebookları, Twitterları va dahi adını saymaya üşendiğim onlarca sosyal paylaşım siteleri olmuştu. Bentham’ın Panapticon’u (gözün iktidarı) biz gece uyurken dahi bizi izlemeye devam ediyordu… 21. Yüzyılın ilk onlarında, şarjlarla beslenen birer mutanta dönüşme yolunda, sanal ağlarla çevrelenmiş şahsi zindanlarımızda yaşamaya gönüllü birer mahkûmduk.
Bütün sosyalliğimizin tuşlarla sağlandığı bir dünyada, yüz yüze iki çift lafı bir araya getiremeyen, jestleri-mimikleri- vücut dilini tanımayan, pc başında aşklara-meşklere düşen, hiç tanımadığı insanlara babayiğitlik yapan, kavgalar eden, söven – sayan klavye kahramanlarıydık. Ne had vardı, ne hudut… Ekran karşısında hepimiz aynı seviyeye indirgeniyor, karşımızdakini en az kendimizle eşit, kendimizi ise eşitler arasında birinci görüyorduk.
Tuşların ötesinde canciğer olduğumuz dostlarımızla gerçek hayatta beğenip paylaşacak hiçbir şeyimizin olmadığın fark etmekle, düştüğümüz ruhi girdaplardan bahsetmiyorum bile… Evlerimiz ısınıyor, aydınlanıyor, dünya küçülüyor, uzaklar yakınlaşıyordu.
Hepimiz kare kafa, sünger beyinli birer birey olarak “engelli bir hayat” sürüyorduk. Bedenin değil, ruhların engellendiği bu dünyada tanımadığımız kontrol dışı evlatlar yetiştiriyor; başta kendimiz olmak üzere herkese ve her şeye yabancılaşmaya başlıyorduk.
Oysa ömrümüzün arka bahçesinde ruhlarımız üşüyor, karanlık dehlizlerde yuvarlanıyor ve gitgide kimsesizleşerek yabancılaşıyorduk. Yabancılaştıkça ötekileşiyor, ötekileştikçe öteliyorduk… Ve bu öyle bir yalnızlıktı ki, içine düştüğü karanlığın kimse farkında değildi. Ve aklıma tam da bu noktada şu soru geliyordu; “mangaldaki ateşin sönmesi ile yalnızlaşan, sadece emektar mangal mıydı?”